20 Aralık 2009 Pazar

KOL SAATİ(GÜNEŞ KOL SAATİ)

Bulduruluşlar10-KOL SAATİ(GÜNEŞ KOL SAATİ)
Saatimizin camı yarım kubbe şeklinde cam bir fanustur. Saatin kadranından kubbeye kadar yükselen bir çubuk var, aynı şemsiye gibi düşünelim. Saatinizi güneşli bir günde düz bir şekilde tuttuğunuzda çubuğun gölgesiyle saatin kaç olduğunu anlayabilirsiniz. Yalnız güneşin olmadığı zamanlarda ne yapacaksınız?
Güneşin kaybolmasıyla birlikte pek tabi gölgede kayboluyor di mi? İşte tam bu zamanda devreye dijital sistem giriyor. Aynı, gece fosforlu saatlerin ışıldaması gibi görüntü ortaya çıkıyor ve saat aksamadan görevini sürdürüyor. 

PRATİK KALEM

Bulduruluşlar9-PRATİK KALEM
Aşağı yukarı serçe parmağı kadar büyüklüğü olan bu kalemi duruma göre; saat ya da kendinden bileklik özelliği ile kol bileğine takabilirsin. Şeklini kafanda oturtman için şöyle söyleyeyim; sapı düz olan yarım bir gözlük düşün. Bu aletin daire olan kısmını bileğine takıyorsun. Sap kısmı avucun içine doğru bakacak ve daireye bitişik olan kısmı oynar vaziyette olacak ki bileğe zarar vermeyesin. İşte pratik kalemimiz bu sapın içinde. Yapman gereken tek şey öbür elinin yardımıyla sapın uç kısmına tükenmez kaleme basar gibi basmak olacak. Ve kalem yerinden fırlayacak. Eeh! Diyeceksin ki bu çok küçük. Evet ama saptan çıkan küçük kalem radyonun anteni gibi iç içe girik bir vaziyette evlat! Ne haber! Aç kalemi, olsun sana normal bir kalem ama pratik kalem! Hadi hayırlı olsun bakayim.

SESİ DUVARDAN GEÇİREN CİHAZ

 Bulduruluşlar8-SESİ DUVARDAN GEÇİREN CİHAZ
Farz et ki evindesin ve oturma odasında kitabını okurken bir sesle irkildin. Nerden geldiğini anlayamadığın bu ses sana hitap ediyor. Şaşırırsın herhalde di mi? CIA’mi, cin mi, yoksa psikolojik bir rahatsızlık mı? Yine farz et ki müdürünün odası ile aranızda bir duvar var ve sen içerde ki toplantıda neler konuşuluyor merak ediyorsun. Ne yapman gerekiyor? Bunların cevapları tek bir cihazda toplanıyor yavrum! Şöyle ki; emzik büyüklüğünde bir cihaz. Şekline gelince bir yüzü çanak şeklinde diğer yüzü mikrofon olarak görev görsün yeter.            
Konuşulanları dinlemek istiyorsan daya duvara dinle. Ya da daya duvara, konuş cihaza doğru ve o cihaz bu sesi alarak belli bir ölçüde duvarda yayarak öbür tarafa aktarsın. Hulasa hem sesi alsın hem sesi versin. Anladıysan; cihaz sesi duvara yayabiliyor, yani ses frekansını duvar içinden geçirme meselesi bu. Sesin frekansıyla oynanabildiğini gazetelerden okumuş olman lazım. Mesela, aynı odada sen müzik dinlerken bir başkası hiçbir ses duymadan kitabını okuyabilir. Neyse, bu  cihaz senin gizli görevinde kullanman için üretildi. Bu çip 5 saniye sonra...

TUVALETLERDE LSD SİSTEM

Bulduruluşlar7-TUVALETLERDE LSD SİSTEM
Tuvaletlerde konumlandırılacak bir sistem. Sen girdin diyelim ve kapıyı kapattın. Sistem çalışmaya başladı. İçerden ve dışarıdan gözüken lisidi ekranda kaç dakikadır içeride olduğun görülecek. Buna bağlı olarak haceti için gelen biri de düğmeye basacak ve sen o kişiyi dışarıda ne kadar beklettiğini bileceksin. Yalnız, oturduğun yerden elini uzatıp kapıyı aç kapa ve ekranı sıfırla olmayacak..! Bunun için de ya mesafeyi uzak tutmak gerekir ya da kapının sonuna kadar açılması gerekir. Ya da bir göz olacak ki çıktığını ve girdiğini görsün.

OMUZ ASKILI TELEFON

Bulduruluşlar5-OMUZ ASKILI TELEFON
İlginç bir tasarımla boyun kireçlenmelerine-ağrılarına faydalı bir olayımız olabilir.(Sonraları “Sıkıysa Yakala” filminde gördüm ben bu aparatı, lanet olsun dostum) 

PARA ÜTÜLEME MAKİNASI

Bulduruluşlar4-PARA ÜTÜLEME MAKİNASI
Malum para makinesini hepimiz biliyoruz. Her geçen gün daha bir gelişmişi vitrinlerde yerini alıyor. Peki neden kırışık parayı da sayarken düzeltmesin bu makine! (işi ne?)

TRAFİKTEKİ ÜÇÜNCÜ GÖZ

Bulduruluşlar3-TRAFİKTEKİ ÜÇÜNCÜ GÖZ
Trafiktesiniz ve arabalar almış başını gitmiş. Önünüzde onlarca araba var. Siz niye bu trafik akmıyor diye sabırsızlıkla bekliyorsunuz. Bu arabalar niye gitmiyor kardeşim! Bir kaza mı oldu Allah korusun, yoksa bir patlama mı, ne? Bu merak bile adamı çileden çıkarır.
Bir nebze rahatlamak için basın  ön paneldeki düğmeye; arabanın üstündeki ufak kamera harekete geçsin. Kamera anten gibi istediğiniz kadar (maksimum 1 metre, abartmaya gerek yok) yükselsin. Siz de yine önünüzdeki ekrandan metrelerce ilerideki engeli görmüş olacaksınız ve tabi ki rahatlayacaksınız haliyle.
Bunun bir de ekonomik olanı var! Polislerin zulada bekleyip daha sonra harekete geçtikleri bir an vardır. İşte tam o anda arabanın üstüne elleriyle koydukları aparatı düşünelim. İşte yine bu aparata benzer kameramızı üste kendi ellerimizle koyduktan sonra aynen ekrandan izleyebileceksiniz tüm gelişmeleri. 360 derece dönebilenler biraz fiyatlı olabilir. Bu aradaa! Bu cihazın arabanın tepesinde unutulup düşerek kırılması garanti kapsamında değil...:)

DİJİTAL TESBİHLİ KALEM

Bulduruluşlar2-DİJİTAL TESBİHLİ KALEM
Taşlarla başlayan, tanelere geçirilmiş bildiğimiz klasik tespih derken mekanik tespihler de hayatımıza girmiş oldu. Dijital Tespihli Kalem de bunun son örneği olabilir. Belki var belki yok piyasada, ben görmüş değilim. Normal bildiğimiz kaliteli bir tükenmez kalemin orta yerine yerleştirilmiş ufak bir ekran ve yanında da tuş fonksiyonları. Basit bir parça! Olmayacak bir şey değil. Bunun saat örneğini hatırlıyorum. Saatli de olabilir ama bu tespih fonksiyonunu eklersek harika olur! Parantez içinde; saatlerimizin bile inancımızın hassasiyetlerine göre yapılmadığını göz önünde bulundurursak bunu  normal görebiliriz.
Kalem; herkesin, elinin altında olmasını istediği bir alet ki öyledir zaten. Durum böyleyken bu tespihte yanında hem kalem taşıyan hem de tespih taşımak istemeyenler için ideal olur kanaatindeyim. Özellikle yolda yürürken, otobüste giderken vs. gizlice zikir etmek isteyenler için. 

DEV IŞIKLI/GÖLGELİ ALLAH YAZISI

Bulduruluşlar 1-DEV IŞIKLI/GÖLGELİ ALLAH YAZISI
Caminin bir cephesini ele alalım. Gece yerden cepheye doğru verilen ışıkların, belirli yerlere verilmiş kıvrımların (oyuk, çıkıntı. vs) etkisiyle ortaya çıkan “Allah” ve buna benzer yazılar. Normalde böyle bir yazı bakıldığında gözükmeyecek ama ışık, kıvrım ve  gölge yardımıyla ortaya hoş bir manzara çıkartılabilir. Bunu bir de devasa boyutta düşünürsek!

Filim gibin…

Ekmek kırıntısı iki ufak taşın arasında kalmış ve rüzgârın etkisiyle bir o taşa çarpıyor bir diğer taşa. Taşların arasına girmeye çalışan bir karınca ise giremeyeceğini anladı ki, karınca kararınca gözüne kestirdiği kırıntıyı almakla yetindi. Yetindi ve kendisi kadar olan kırıntıyı yüklendi. Taşların arasından karınca kırıntıyla birlikte evine doğru yollanırken ve gözden kaybolurken rüzgâr tüm tesiriyle taşları titretmeye devam ediyordu.
Bu ufak tefek taşlar adeta bir tepenin eteklerinde toplanmışlar ve sanki tepeyle bir bütünlük oluşturmuşlardı. Adeta tepenin süsü gibiydiler. On beş metre yükseklikteki bu ufak tepenin tepesine çıkıldığında önünden akıp gitmekte olan bir yol görünmekteydi. Uzun bir yol.
Tepenin bir yönü yola bakıyordu ve bu tepenin bu cephesi güneş görmüyordu. Bu gölgeli tarafında 3 kişi gözüktü birden. Bu 3 kişi belli ki yol kenarında ve tepenin güneş görmeyen bu tarafında beklemektedirler. Ama, sabırlı bir bekleyiş.

Abdullah yolun en kenarında ve ayakta. Önünde ise bir teleskop var. Uçsuz bucaksız bu dümdüz yolda, karşıdan gelmekte olan arabalara bakıp ne model olduğunu söylüyor.

Abdullah:         -Ford Taounus geliyor arkadaşlar. Ne dersiniz?
Yahya:             -Yok! Bence değmez.

Yahya’da ayakta bekliyor. Ayakkabısının ucuyla yerdeki taşları birbirinden ayırıyor ve çizgiler oluşturuyor. Öylesine vakit geçiriyor veya vakit geçerken öylesine hareketler yapıyor.

Yahya:             -Sen ne diyorsun Hüda?
Hüdaverdi:       -Boşveriiin! Birazdan benim araba gelir, ona bineriz. Bu kadar zaman boşuna mı bekledik burada.

Hüdaverdi ise bağdaş kurmuş ve dizüstü bilgisayarını da açmış hazır bekliyor.

Abdullah:         -Aha! Mercedes geliyor. Enfes bir şey.
Yahya:             -Hangi modeli?
Abdullah:         -İnanmıcaksınız ama E320.
Hüdaverdi:       -Ooooo! İşte ben demiştim. Plakası ne?
Abdullah:         -34 AYH 65, rengi metal. Tekerlekleri yok…Şaka şaka!
Hüdaverdi:       -Hadi leyn!
Yahya:             -Bir şey çıktı mı Hüda?
Hüda:               -Hayır! Biraz bekleyin!
Yahya:             -Abdullah, bu şimdi uçarak gelir. Gelmesi ne kadar sürer?
Abdullah:         -Hocam, merak etme, öyle pek hızlı gelmiyor. Aşağı yukarı 120’ile filan geliyor.
Yahya:             -Bu çok iyi. En azından orta yaşlı biri galiba he?
Abdullah:         -Evet, öyle bir tipi var. Bir adet gözlük var. Numaralı gözlük. Ve kimse yok yanında.
Yahya:             -Gözlük mü?
Abdullah:         -Ha, pardon! Gözlük gözünde değil, torpidonun üstünde duruyor.
Hüdaverdi:       -Heeeh! Arkadaşlar, bilgilere ulaştım. Adamın adı; Vedat Sönmez. Aksaraylı ve eveeet! Doğru tahmin etmişsin adam 62’li, yani orta yaşlı.
Yahya:             -Resmi var mı adamın, yanlış tahminde bulunmayalım.
Abdullah:         -Arkadaşlar 40–45 saniye sonra araba gelir buraya.
Hüdaverdi:       -Bir saniye, kimliğe ulaştım. Adam gözlüklü dedin di mi Abdullah?
Abdullah:         -Evet, adamın gözlüğü var ama dediğim gibi önünde duruyor.
Hüdaverdi:       -Büyük ihtimalle bu adam.
Yahya:             -Ayrıntı var mı başka Abdullah?
Abdullah:         -Bakıyorum, bakıyorum. Araba oldukça sade. Bence şu an müzik dinliyor. Adam habire radyoyu bızıklıyor.
Yahya:             -Bu çok iyi. Adamın keyfi yerinde o halde. Kafasına göre müzik arıyor. Bu bizim açımızdan iyi bir şey.
Hüdaverdi:       -Burda başka bir bilgi yok.
Abdullah:         -Son 30 saniyee.
Yahya:             -Araba bayağı yaklaştı. Bir şeyler bulmamız lazım. Google baktın mı Hüda?
Hüdaverdi:       -Ben de şimdi oraya yazıyorum adamın adını. Oba! Bir şeyler çıktı galiba. Bilmem ne mağazasının açılışı filan diyor. Adamın mağazası var ağbiiii!
Abdullah:         -Var ki adamda böyle bir araba var yani. Yalnız adam bize baka baka gidecek arkadaşlar.
Yahya:             -Bi saniye, bi saniye. Abdullah, aynasında asılı masılı bir şey var mı?
Abdullah:         -Ya! Olsa söylicez di mi ya! Son 20 saniye.
Hüdaverdi:       -Tüh ya! Kaçıracaz resmen arabayı.
Yahya:             -Ya, Hüda! Yok mu başka bir şey internette? Adam Aksaraylı, başka bir şey, başka ne olabilir… Vay anasını yaa!
Abdullah:         -Durun bisaniye, arabanın arkasında bir gazete var.
Yahya:             -Ne gazetesi belli değil mi?
Abdullah:         -Vay beah! İnanmayacaksınız ama bu bizim Sakarya’nın En Dolu Gazetesi arkadaşlar! Aloo! Araba geldi siz de görüyorsunuz di mi haliyle!
Hüdaverdi:       -Şansa bak bee! Adam hem hemşerimiz hem de mercedesli. Durduralım arabayı kardeşim! Bırak planı, programı.
Yahya:             -Durun bisaniye! Hüda, senin çantada yeşil tişörtün vardı, ver onu hemen. Abdullah sen de çıkar tişörtünü.
(Vııınnnnnnnnnn….)
Abdullah:         -Yuh,adam bi durur be!
Hüda:               -Gettti, gettiii!

……………………………………………………….

Bunlar da kim, ne diye yolun kenarında bekliyorlar, acaba otostopçu mu bunlar! Diye düşünerek bakıp geçen mercedesli adam, gayri ihtiyari orta dikiz aynasına gözü kaydı.
Aynada gözüken tablo şöyleydi: 3 delikanlı da ayakta ve var güçleriyle havaya zıplıyorlar.
Ve biri, elinde yeşil-siyah renkli tişörtleri havada sağa-sola sallıyor.
Hafif bir gülümseme belirir şoförün yüzünde. Araba durur ve 3 delikanlı pılısını pırtısını
toparlayıp hızlıca arabaya doğru büyük bir mutlulukla koşmaya başlar. Operasyon başarıyla
sonuçlanmıştır.

98 YAZIYDI ve ALIN YAZISIYDI

M.S:1998

Yine üç arkadaş, bigün oturup karar vermiştik. Güzel bir gezi gerçekleştirmek istiyorduk ve bu geziyi otostopla yapacaktık. Üçümüz de gençliğimizin zirvesinde, heyecanlarımızın doruklarındaydık. Sadece bunlar değil tabi otostop olayının gerekçeleri; yol masraflarından kısacağımız parayla çok daha fazla yerler gezmek fikri de vardı mesela. Aşağı yukarı on günlük bir gezi planlamıştık Her şey hazırdı, izinler de alındı ve ilk durağımız Muğla / Marmariiiis! Yihuuuu!
Neden Adapazarı’ndan aheste aheste başlamadık? Cevabı şuydu; bir an önce kendimizi Akdeniz’in engin sularına atmak istiyorduk. Dedik ve terminalden otobüse bindiiiiik. Haydi vira, bismillah…

MARMARİS

Sıcak bir ağustos ayı ve bu ayın güzel bir 3. günü.
Gözlerimizi açtığımızda sabah olmuş ve her yer aydınlıktı. Otobüsün camlarından etrafı gözlemliyor ve çok heyecanlanıyorduk. Öğleye doğru Marmaris’in göbeğinde indik. Otobüsten iner inmez o sıcak rüzgar nasıl da püfür püfür esiyordu. Sanki sobanın kapağı açılmışta içerdeki sıcaklık yüzümüze vuruyor. Bu duruma şaşırıyoruz, pardon sadece ben şaşırıyorum zira; arkadaşlar önceki sene buralara tatile gelmişlerdi. Ter namına bir şey yok vücudumuzda. Emin Kelekçi ağabeymizin selamı ile gittiğimiz Celil abi (hemşerimiz olur) bizi çok güzel bir şekilde karşıladı ve ağırladı. Hatta inanır mısınız, kalmamız için yatını bile bize teslim etti. Yani teslim etti derken koca yat zaten durduğu yerde duruyordu. Bize sadece kalmak için müsaade etti dersek daha doğru olur.
Tam 3 gün kaldık biz o yatta, dolayısıyla Marmaris’te. Gündüzleri bol bol gezme fırsatımız oldu. Karış karış geziyorduk. Datça’ya filan gittik. Tatilin tatil bölümünün keyfini çıkartıyorduk doyasıya. Habire yüzüyorduk. Gece olunca da yatta kalıyorduk. Her şey tam istediğimiz gibi başlamıştı. Ta ki, 3.günün sonuna kadar. Her şey gizemli ve korkutucu olmaya başladı. Bir anda karanlık çöktü ve her tarafı sis kapladı. Bahçedeki salıncak kendi kendine sallanıyordu ve iç gıcıklayan gacır gıcır sesi ortalığı rahatsız ediyordu. Ve sonra bir kedi beliriverdi, karanlığın içinden miyavladı sinsice. Boş bir konserve kutusu da tangır tungur sen çıkararak olaya heyecan katıyordu adeta. Sonra bir gölge belirdi. Sonra da kayboldu. Ve en önemlisi altta yani fonda gergin bir müzik vardı… Ya, enteresandır bu “her şey tam istediğimiz gibi başlamıştı” cümlesi beni nerden nereye savurdu. Filmlerde hep böyle olur ya, sonra bir anda tüm bu yaşananların aslında maksat gerginlik olsun diye olduğunu anlarız. Haydaaa! Tekrar film de döneriz başa. Şimdi burada olduğu gibi..
Bu keyifli 3 gün içerisinde yemek sorunumuzu sorun olmaktan çıkaran İsmail amcaya da bol bol dua ettik. İsmail amca da kim? Lokantanın sahibi. Marmaris’in en ucuz ve en nezih mekanıydı diyebilirim. Yani tam bize göreydi. Tıka basa yiyorduk ve çok uygun bir fiyata yiyorduk. İsmail amcayla ara ara muhabbetlerimiz olmuştur. İşin en güzel tarafı İsmail amca ile vedalaşırken cebimize yol harçlığı bile koydu! Her ne kadar ya olur mu, gerek yoktu filan dediğimiz halde:)
Vakit gelmişti artık. İsmail amcayla, Celil ağabeyle ve tüm Marmaris’le ayrılma zamanı. Bir bakıma otostop olayımız başladı gari. Uzun ve yorucu yollar bizi bekliyordu.

Sırtımızda çantalarımız, Marmaris’e girerken giriş, çıkarken de çıkış yolunda yürüyoruz. Acemilik midir nedir, kimse durmuyor! Sıra sıra o meşhur hareketi yapıyoruz, duran yok! Nihayetinde halimize acıyan bir minibüs durdu (tabi biz öyle bir psikolojiye giriyoruz ki “ki, bu psikolojiyi yolculuğumuz boyunca çok defalar yaşıyoruz” artık bize acıdı da o sebepten ötürü almak için durdu diye düşünmeye başlıyoruz.) ve otostopla ilk bindiğimiz araba bu minibüs oldu. Ve sonrasında duran arabaların ardı arkası kesilmedi. Gezimizin en rahat geçen otosu klimalı Honda model bir arabaydı. O sıcaklarda arabada klimanın olması bizim için vazgeçilmez bir konfordu. Bizi bu konforla götüren Erol abi ile şimdilik ayrılıyoruz…!

Yolculuğumuza bir Uno model otomobille devam ediyoruz. Malum Unosu olanın ya parası vardır ya da unvanı(tabi o yıllarda). Bu avukat çıktı. Biz de bu durumda Türkiye’nin işlemeyen hukukundan dem vurmayı ihmal etmedik.

Yolculuğumuz sırasında üç önemli konu vardı:
1-Hangimiz arabaları durduracak,
2-Hangimiz müsaitse şoförün yanındaki koltuğa oturacak,
3-Nelerden konuşulacak .
Önemli idi çünkü özellikle, muhabbeti sarmayan bir şoförü –tamam abi sen bizi müsait biyerde bırak deme lüksümüz yoktu.  Bunlar muhabbete göre şekilleniyordu. Birimiz yorgunsa diğeri arabaları durdurma işlemini üstleniyordu vs. İşin eğlenceli kısmı ise şu muhabbetlerde geçiyordu:
-Ya, olum, çekil, çekil kenara çekil, bir araba durduramadın kaç saattir! Bak şimdi bana, nasıl hemen durduruyorum. Vııınnnn, vınnnn,…lan bu da durmadı…. Bak şimdi, bundan sonra geçen ilk beş arabada durduracam… Yuh beeee! Bu da durmadı.
-Gördük durdurmayı, çekil çekil! Şimdi beni izleyin. Araba nasıl durdurulurmuş bana bakın da bir şeyler kapın..!
-Aha durdu, yihuuuu….!
-Hadi len ordan(duran arabaya doğru koşarken) o zaten duracaktı. Koş koş!
- Koş,koooş!
Akıp geçen saatler bizi (tabi sıcaklık ve tabanlara kuvvet faktörünü unutmayalım) hayli yıpratmıştı. Bununla beraber araba durdurma işi hayli zorlaşıyor ve isteksizleşiyordu.
Genelde prensip icabı arabayı durduran kişi ön koltuğa geçer ve şoförle muhabbeti ağırlıklı olarak o yapar ve konuşmanın ana hatlarını o belirler. Tabi bu durum şoförüne göre de değişebiliyor.
Nasıl her insan farklı ise ve nasıl her evin havası farklı ise; her bindiğimiz arabanın da içindeki şoförüyle, ortaya çıkan atmosferi de farklı olur. Yani bir kere şoförler farklı farklı insanlar ve arabalarına aldığı kişilere bakış açıları da farklı olur. Bindiğiniz her araba birbirinden farklıdır. Aynı model olsa bile iç dizaynı, döşemesi, kokusu..vs. Hadi diyelim olmaz da; ikiz şoföre ve ikiz arabaya denk geldik bu seferde arabanın camından baktığın dış mekan/çevre farklı, di mi yani! Dolayısıyla ortaya DNA sarmalı gibi çok farklı kombinasyonlar çıkıyor. Uzatmayalım, ortaya şu çıkıyor: Her otostop olayı, içinde farklı muhabbetler barındırır. Ve bütün bu muhabbetler o an için özellikle otostopu yapan kişilere özeldir. O an için diyom çünkü bi zaman sonra fazla bi önemi kalmaz. Ama bu da dediğim gibi muhabbetin derinliğine göre değişebiliyor. Aslına bakarsanız bu işin felsefesinden daha iyi olanı; bu işi yapıyor olmak. O sebepten yola devam ediyoruz.
Günün siftahı; kamyonet. Yolculuk esnasında –bakalım bugün ilk olarak ne tip bi arabaya binecez veya bugün ilk hangimiz bir araba durduracak diye çok konuşmuşuzdur. Bunlar inanın eğlenceli şeylerdir. Ama işte; güne hangi arabayla başlarsan, bak bi daha bütün gün o tip arabalar karşına çıkar gibi batıl bir inanç çıkarımını kastetmiyorum. İşin eğlence kısmından bahsediyorum sadece. Dediğim gibi bugün yine kamyonet. Bizim için kamyonet ya da Ferrari fark etmez. Biz kadir kıymet bilen otostopçularız.
Gezimizin en kısa otostopu; 500 metre aşağı yukarı. Allah razı olsun bak! Adama helal olsun, inceliğe bakar mısın? Yardımseverliğe bakar mısın? Şuradan şuraya 500 metre, ne olacak, demiyor. Benim de bu çorbada bir kaşık tuzum olsun diyor. Eeeee! Karıncaya sormuşlar hikayesini herkes bilir…

Fethiye / Ölüdeniz.
Yüzleşme…

Dağların, yeşilliklerin arasından Fethiye’ye doğru giderken, buralara kadar gelmişken Ölüdeniz denilen yere uğramazsak hoş olmaz diye düşünüyorduk. İkindi vakti Akdeniz’in kıyısına varmıştık. Daha denizi görmeden gökyüzünde uçan insanları görmek bile bizi oldukça heyecanlandırmıştı. Biz de şu zımbırtıyla uçalım filan diye heveslensek de bizi aşardı. Zengin işi anlayacağınız(o yıllarda çok pahalıydı). Zaten bizim hedefimiz uçmak değil; gezmekti, ne de olsa di mi!
Ölü Deniz’in adı ilk etapta itici geliyor ve alışana kadar da bu iticilik devam ediyor. Zamanla güzelliği ortaya çıkıyor. Her ne kadar güzel olsa da, burada da güneş kayboluyor ve gece başlıyor. Biz kumsalda kalmayı tercih ettik ve geceyi de burada geçirecektik. Bizim yanımızda öyle yatak, yorgan, yastık gibi eşyalar yok haliyle. Bi zaman sonra her yeri sessizlik kaplayınca yatma vakti gelmişti. Kumun üzerine inceden bir şeyler serdik. Üzerimize de bikaç parça bişeyler uydurabilmiştik. Yani açıkçası bu kadar soğuk olur diye de düşünmediydik.  Sabaha kadar nasıl yattık o soğukta; bir biz biliyoruz bir de Allah. Bu vesileyle gezimizi sorgulama fırsatı bulmuştuk. – lan olum, ne işimiz var burada. Kimden çıktı bu fikir. – Ne akıl  vardı da buralara kadar böyle geldik. – Ya! Allah belamızı vermesin… Ancak, uyanıp yollara düştüğümüzde, öğle sıcağında kendimize gelebilmiştik.

Yılın en rezil otostopu! Biz güle oynaya giderken bir taraftan yanımızdan geçen arabalara hareket çekiyoz ve böylece mutlu bir şekilde hayatımıza devam ediyoruz. Derken bir araba daha geçerken yanımızdan yine hareketi çektik ve araba sağa doğru kenara yanaştı. Biz tabi yihuu! Hemen arabaya doğru koştuk, zihnim beni yanıltmıyorsa Abdullah arabanın sağ kapısına doğru koştu, Hüdaverdi sol kapısına doğru, ben de arka kapıya doğru koştum. Biz arabanın kapılarını açmaya çalışırken; enteresan bir şey oldu! Arabanın şoförü olan beyefendi arabasından indi ve bize şaşkın şaşkın bakıyor! İşte biz o zaman anladık bir şeylerin ters gittiğini amma nafile! Beyefendi: –Napıyorsunuz siz ya! İnce ve titrek bir ses tonuyla cevap veriyoruz: –Biniyoz abi! –Ya! Ben, işim vardı şurda o yüzden yanaştım. –Hadiya! Biz şey sanmıştık, bizim için durdunuz! Biz tabi biraz mahçup biraz da yıkılmış bir psikolojiyle açmış olduğumuz kapıları tekrar kapatıp: -Abi, kusura bakmayın, biz yanlış analamışız, dedik. Ve biz yine mutlu bir şekilde hayatımıza devam ettik. Bu güzel hadiseyi hiiiiç unutamayız…!

Yılın en şok otostopu! Tam bir gün önce bizi kilometrelerce arabasıyla götüren Erol abi! Yaaa! Gördün mü Allahın işini! Hani şu bahsettiğimiz klimalı Hyundai. İnanılacak gibi değil. Sağ olsun, iyi izlenim bırakmışız ki, tekrar durdu ve bizi yine kilometrelerce götürdü. Onu bilmem ama biz sanki 40 yıllık ahbap görmüşüz gibi olduk. Ama tabi konumumuz gereği bu ruh halimizi fazlaca yansıtmadık. (Bu muhabbetimiz Fethiye/Ölü Deniz’ den sonra olabilir.)

Yılın en havadar otostop yolculuğu; kasası olan bir traktör. Bu bizim için çok güzel bir fırsattı. Çünkü biz doğaya açtık, adeta aşıktık. Bir arabanın içinde etrafı teferruatıyla gözlemleyemezsiniz. Ama bu, traktörde hiç sorun değil. Dağları, ağaçları, geçen arabaları tüm çıplaklığıyla görebiliyorduk. Gördüklerimiz hakkında da birbirimizle rahat bir şekilde tartışabilir yada konuşabiliyorduk. Her şey çok güzeldi de, traktör tepesinde 80-90 km gitmek zorunda kalmamız bizi fazlasıyla yormuştu. Resmen yorgunluktan bihitap düştük. Tabi şimdi akla şöyle bir soru gelebilir. Ya! Mecbur muydunuz? Kesinlikle, hayır! Çok rahat bir şekilde traktörden inip yolculuğumuza başka bir vasıta ile devam edebilirdik. Hani elimizi sallasak ellisi…Ama biz bu arabayı hiç beğenmedik bunu değiştirelim deme küstahlığına girmedik. Bize değer verip de vasıtasına alan bir kişiye bunu, biz yapamazdık. Yapmadık ta! Heyhat! Etik olmaz. Zaten bu bir otostopçuya yakışmaaaaz! Sen bir kere baştan böyle bir vasıtayı durdurup da binmezsen o başka. Ama durdurup da bindiysen gidebildiğin yere kadar gideceksin. Kural, bu!

Şimdi şöyle bir realite var. Yoluna, şehrine, gölgesine göre değişir ama daha ziyade duran arabalar kamyonlardır. Malum amcamın hayatı yollarda geçiyor. İki laklak yapayım da vakit geçsin diyen çok oluyor. Fakat kimisi farklı düşünebiliyor. Direk kasaya atlayın diyebiliyor. Olsun biz böyle bir durumda incinmiyoruz. İnsanlık adına bu da yeterli!

Yılın en fakir otostopu; Murat 124! Anadolu insanını anlatmama gerek var mı! Bir tas çorba olsa buyur diyecek yüreğe sahip. Sağ olsun neyi varsa paylaşıyor.

Yılın en baba otostopu: Abartısız söylüyorum, uçak gibiydi arabanın içi. Şavroleyle bizi Alanya’ya resmen uçurdu. İşin gizem dolu tarafı ise; bey ağabeyimiz mahpushaneden yeni çıkmış ve Antalya’ya da alacağı bir miktar para için gidiyormuş. Biz de ağabeyimizi fazlaca sinirlendirmemeye çalıştık yol boyunca. Dedim ya, özellikle o virajlarda uçarken hiiiç gıkımız bile çıkmadı. Ve Antalya..

ANTALYA

Antalya’da Mustafa Can arkadaşımızın selam ve haberiyle gittiğimiz eniştesi Rıza ağabeyle buluştuk. Akşam varmıştık ve bizi biraz da gezdirmişti. Bu ziyaret bize yetmişti. Antalya’yı yani nerdeyse tüm bölgeyi deniziyle görebildiğimiz enteresan bir manzara. Daha sonra Düden Şelale’sinin denize döküldüğü yer, harika!
Sabah Rıza ağabeyle vedalaşırken bir kez daha anladık; tanıdık, yakınlık, çevre gibi faktörler böyle bu tip yolculuklarda çok önemli.
Biz tabi gezmeye devam ediyoruz. Önce dedik Düden’e gidelim. Meğerse memleketimin şelalesi de paralıymış. İnsan üzülüyor tabi. Yalnız, şelale etkileyiciydi. Değişik açılardan zumlaya bilme imkanımız vardı. Üstten, yandan, yan alttan, önden, arkada, içinden.. Tamamen park içine hapsettikleri için akan suyu, her açıdan izleyebiliyorsunuz. Hatta akan suyun öbür iç tarafına geçip (ki yürüme yerleri oluşturulmuş) dışarısını da görebiliyorsunuz.
Antalya’ya gelmişken dedik, bi de Manavgat’ı da görelim. Gittik Manavgat Şelalesi’ne. Açıkçası hayalimdeki kadar ya da resimlerdeki ihtişamı kadar değildi. Daha devasa bir şey düşünüyordum ama güzel. Tekrar merkeze döndük ve düştük yollara. Kilometrelerce sonra şehir dışına ana yola çıktık. Duran yok. Bu durumla sık sık karşılaşılabilinir. Bu normaldir. Her zaman he deyip, el salla, araba durmaz. Biz bu durumu normal karşıladığımız için hiçbir zaman paniklemedik. Bu; bu yolların kuralıdır.
Bu arada Antalya’ya kadar 12 araba değiştirmişiz.

Otolar biraz naz yaptıktan sonra doğan model bir araba durdu. Tanıştığımız kişinin adı Bülent. Muhabbet biri. Kendisi alevi idi. Bazı konulardan biraz bahsetti. Namaz ,oruç.. Anladığım kadarıyla hoşuna gittiği için alevi takılıyor. Ya da alevi olduğu için hoş oluyor.  Muhabbet devam ediyor. Biz aslında bu arabayla Konya sapağına kadar gitmeye niyetliydik. Sapağı geçmiş olmak değil de, tekrar Konya sapağına kadar gelmek için otobüse verdiğimiz 600.000 lira gücümüze gitti. O kadar yolu parasız gel, sapağı kaçır, olmuyor yani. Gerçi, ben bu yollardan sonrasında Alanya istikametine çoook gittim nişanlı iken..!
Konya sapağında bekliyoruz. Aha! Bir, bir, bir Reno. Bizi alırken tedirgin hareketleri vardı. Sonradan gördük ki harbiden öyle birisiymiş. Öyleymiş , böyleymiş ama öğretmenmiş. Bekir isminde iyi birisi. Bu arada yılın en uzun otostopu idi bu. Allahın bir lütfu, sen al bizi Konya sapağından Konya’ya kadar. Bekir abinin yolu da Kırıkkale’ye doğru imiş. O da tatilden dönüyormuş. Yavaş yavaş kendimizi tanımaya başladık. Gördüğümüz kadarıyla o da bizim gibi sınırda, bocalamada. Bir ara nurcuların yazıcılar koluna takılmış. Beraber namaz da kıldık. Bizi Konya’nın girişinde bıraktı, helalleştik, vedalaştık ve o yoluna bizler yolumuza. Biz tabanlara kuvvet. Ha! Bu arada yolda iken muhabbetini yapmıştık bu asfaltlanmış yolların yapılışını. Nasıl oluyor da oluyor diye. Birazdan baktık ve anladık ki adamlar gece dememişler yol yapmaya çalışıyorlar.
Neyse biz Konya’nın merkezine adım adım ilerlerken gecenin 9’u muydu 10’u muydu bir araba durdu. Tabi biz durdurduk ve araba durunca da bindik. Öğrendik ki tempranın son modeli. Üstten pencereli, 75 milyonluk uzaktan kumandalı, sidili, ses teçhizatı var vs. vay anasını! Hasan abi zevkine düşkün, keyifli birine benziyordu. Kendisi müteahhit. Hatta üzerinde kısmen yürüdüğümüz bu yolu o yaptırmış. Onu da anlattı. Belediye başkanın yeğeni olurmuş. Gitmişler konuşmuşlar işte; Konya’nın girişi var çıkışı yok. Aha işte bu yol ve az ilerisine yapacağımız yol. Bu sorunu ortadan kaldıracak ve yapmışlar. Hem de bir hafta da  mı ne olmuş. Sağ olsun, bi de Alaaddin Tepesinin etrafında bir tur attık ve vedalaştık.


KONYA 08.08.1998 Cumartesi

Abdullah’ın ailesinin kaldığı evi bulduk. İçinde de sadece Abdullah’ın kardeşi Mehmet’i. Biraz gezdik, biraz yemek yedik derken Abdullah evine, biz Mehmet ile bir öğrenci yurduna. Uyku, dinlenme, derken öğleye doğru düğün cemiyetine gittik. Öyle denk geldi işte. Bana ilginç ama güzel gelen bir yemek takdimi oldu. Bir masa etrafında ortalama 6-7 kişi oluyor. Ortada bir tas çorba akabinde pilavüstü et, bilahere bamya yemeği sonra yine pilavüstü et ve şerbet. Tabi herkes tek bir tabaktan yiyor. Hem bereketli hem muhabbetli.
Ayrıca hesapta hiç olmayan bu cemiyette bana yabancı gelmeyen birini gördüm. Gittim, o idi. O, beni İçöz grubundan diye hatırladı.( Yıllar önce biz buraya Ahmet İçöz abi ve kalabalık bir ekiple gelmiştik, gezi maksatlı yine.)
Bilirsiniz ya da bilinir işte genelde küçüklerin zihninde büyükler daha çok yer edinir; büyüklerin zihnindeki küçüklere kıyasla. Yani küçükken o ağabeylere, büyüklere, amcalara daha hayranlıkla bakılır. Bakılır ve hayal dünyasında belirli bir yere oturtur. Neyse benim daha çok hatırladığım o şahıs; hatıra resminde ki iki kişiden biriydi. Ahmet Altınkulaç yani. Şişmanlamış, saçlarını kısaltmış. Tahir abi ise( resimdeki ikinci şahıs) askere gitmiş öğrendiğim kadarıyla. Bunlar çok iyi ilahi söylerdi. Öööyle bir duygu seli yaşadıktan sonra da vedalaştık.
Ve geziyoruz Konya’yı…Merkezde bir bakıyoruz muazzam bir bina. Afra, Kombassan binası filan hoşumuza gidiyor. Hani hep görüyoruz ya, o yıllarda migros filan diye. Biraz da bizim cenahtan görünce hoş oluyor. Vay be diyoruz o yıllarda. Konya çok değişmiş be abi!
Yunus A.Aksoy ile buluştuk. Sayesinde Kent’i de görmüş olduk. Tabi kent derken Yunus’un çalıştığı yerel kanalı gördük.
Sonrasında tepedeki çay, sinemadaki MİB (Man İn Black), Hacı Veyiszade efendinin türbesi, fuardaki tepetakla döndüren şeyler güzeldi. Biz yanlış hatırlamıyorsam Abdullah ile bindiğimizde bu zımbırtıya (adı kamikaze idi galiba); o kadar da heyecan vermemişti açıkçası. Yani metrelerce yukarıda durduruyor zımbırtıyı, sonra tamamen ters dönmüş bir vaziyette, tepetakla bir konumda aşağıdaki insanlara falan bakıyon..vs, işte..
Derken Mehmet, abisi Abdullah ile akraba ziyaretleri yaparken biz de Hüda ve Yunusla tuttuk evin yolunu. Bir ara Ahmet Yarıkan ile karşılaştım. Yanında Halil diye biri vardı. Tabi Halil’i şimdi görsem tanımam ama böyle gurbette ya da ne bileyim yolculukta insanın tanıdıklarını görmesi hoş bir duygu. O sebepten yazıyorum bunları.
O gece evde saat bir civarları muhabbet ediyoruz. İki kişi geldi ve uzun uzun muhabbet. Zar zor ikide yatabildik.
Sabah saat 8 civarları Ecirlilerde kahvaltı yaptıktan sonra Yunusla vedalaştık. Sağ olsun çantasını da verdi bize emaneten. İyi de oldu. Sonra Ahmet Ecirli(Abdullah’ın babası) hocamız bizi arabayla merkez dışına atacaktı ama almam gereken bir şey vardı. Gittik hemen ivedi bir şekilde onu aldık. Hala oturduğum evin duvarını süsler, ecdadımız Osmanlı tarzını andıran bu kılıç.
Hocamızla vedalaştık. Nasipse Aksaray’a niyetliyiz. Özellikle Somuncu Babayı ve Eğik minareyi göreceğiz. Bu planımızı ısrarla dile getiriyorum ki yaşadığımız olayları anbean yaşadıkça nasıl şaşırdığımızı ve nasıl da sevindiğimizi anlatamam. Yani bu Somuncu Babayı filan dedim ya; demek ki niyetimiz samimiymiş.
Derken aradan 5-6 dakka geçmedi bir Polo. Yılın en kültürlü ve rahat otostopu. Şoförümüz Selçuk Üniversitesi Dekanı Ahmet Berksoy. Kendisi en başta söyledi, anarşist; 68 kuşağından. Sosyalist; eşitlik, insan, sevgi. Dehşet; bilmediği şey yok sanki. Zavallı; çünkü determinst. Kibirli; pozitivist. Ama; harbi.
Sağda , solda, önde, arkada, altta, üstte ne varsa anlattı yol boyunca. Bizimse ağzımız açık. Bizi soldan 3 km içeride bir yere götürdü. Obrukta bir göl. Krater gölü. Turkuaz mavisinin olduğu tek göl. O kadar tatlıydı ki; görmek lazım.
Sonra sağdan biraz içerde Sultan Hanı’na götürdü. Selçuklulardan kalma tarihi bir yer. Son derece ilginç noktaları vardı. Girişteki kapıda yer olan simetrikten, işaretlemelere, mesajlara, içerdeki deve ağırına kadar. Ve ağırlığı ayaklara veren ortadaki taş.
Matematikçi ama Konya’nın taşından tut, ağacına kadar her şeyi biliyor. Keza Türkiye’yi de.

AKSARAY 10.08.1998 Pazartesi

Allah’ın lütfu üzerimizdeydi. Belki Somuncu Babanın yüzü suyu hürmetine oldu bunlar bilinmez ama bizi türbenin başına kadar getirdi hoca yani dekan. Vedalaştık orada, arkasından dua ederek.
Şeyh Hamididini Aksaray yani Somuncu Baba. Hikayesi malum. Burayı gezerken hoşuma giden bir sözü kaydetmiştim, onu da aktarayım bu vesileyle:

Ne gahri düşman elinden
Ne lütfu aşinadan bil.
Umurun Hakka tehviz et,
Cenabı kibriyadan bil.

Türbesi, çilehanesi ve diğer büyükler. İnşallah boş dönmemişsizdir. Sonra Eğik Minare. Buradan otobüsle Ihlara Vadisi’ne. Otobüsten indiğimizde 4 kişi olduk, ta ki aynı yere gelene kadar. Ümit isminde biri takıldı bize. Ihlara Vadisi’ne beraber gittik. Pazarlamacı imiş kendisi, 30 yaşında. O da uçuk kaçık biri. Türkiye’de gezmediği 5-10 yer kalmış.
Ihlara Vadisi’nde takriben 14 km gitmesek de kısmen gördük. Kenarlarında kiliseler mevcut. Dipten deresi akan serin bir yer. Buraya gelmek için geldiğimiz yere tekrar ulaştığımız da arabayla Nevşehir yoluna çıkamayacağımızı anlayınca başladık yürümeye. Arada bir tabiî ki otostop, ama tık yok. Dağların arasında 3 seyyah… Ve nihayet kesilmeyen umudun kanıtı bir traktör. Böyle ıssız bir yolda büyük bir nimet. Anında kasaya atladık tabi. Kasada köylü çalışan kadınlar var. Kısa bir süre sonra sapakta indik. Biz yine yürümeye, otostopa devam. Ve bir kamyonet; Merso. Ön taraftayız ve 5 kişiyiz. Şoför Mehmet abi yanında bir çaylak ve biz. Her ikisi de sıcak insanlardı. Yol boyunca çok sıcak bir muhabbet getiriyor bu durum haliyle. Karar değişikliği ile Aksaray’a geri dönüyoruz. Yarında nasip olursa Mehmet abi bizi çalıştığı fabrikaya çağırdı. Çalıştırmak için değil tabi gezdirmek için..
Otelde yerimizi ayarladıktan sonra akşam hava almaya çıktık. Yemek yedik(ben, adana ve tantuni yedim, Abdullah ve Hüda’ da tantuni yediler.) İtiraf etmeliyim ki adana kebap daha iyiydi. Sonrasında Aksaray’ın merkezini gezdik. Bir ara yine bizim hocayı gördük dekanı yani. Ayak üzeri yine kültürlü geçen bir muhabbet.
Sabah apar topar kahvaltıdan sonra doğru Mehmet Başol abinin mekanına.
Burası, Mercedes kamyonlarının üretildiği fabrika. Önce kafa kısmının oluşumu ofis ofis. Sonra şase kısmının oluşumu ofis ofis..
Ve sadece askeriyeye üretilen kamyonun içindeyiz. Şansa bak! Talim tepesi diye bir yer var ve biz oraya çıkıyoruz bu kamyonla. Merdivenlerden, yokuştan ama 80 derece eğim mevcut. Nasıl indik, nasıl çıktık, gözlerimiz fal taşı gibi. Hele hele, Mehmet abiyi 80 derecelik eğime sahip talim tepesine çıkarken, elinde yerinden çıkmış bir direksiyonla görünce koptuk! –Aa! Direksiyon çıktı! E, haliyle biraz da tırstık. Sonra Allah’tan tecrübeli ağabeyimiz direksiyonu yerine taktı da tepeye çıkabildik. Ne heyecandı ama!
Mehmet abi bizi Osman Ağaçlı Tesisinde bıraktı ve vedalaştık.
Kamyona bindik. Az sonra bizi Altınkaya denilen köy sapağında bıraktı. Yürüdük, yürüdük..
Yılın en somurtkan otostopu gerçekleşti. Forda scarbi mi ne idi. Şoför abi Fransa’da çalışıyor ve Aksaraylı. Yanlış hatırlamıyorsam yol boyunca iki cümle kullandı.

ANKARA 11.08.1998 Salı

Soğuk adam bizi Ankara’da bıraktı. Biraz yorulduktan sonra kendimizi Vakfın yurduna attık. Bu arada öğrendim ki Hasan Ural abi Aksaray’daymış. Görmek nasip değilmiş. Çok eskiden, 89’larda İstanbul’da tanıştığım hoş, iyi bir insandı.
Akşam Gençlik Merkezine gittik. Bu arada öğrendim ki ben de Kamu bölümünü kazanmışım. Hayırlı olur inşallah.
Luna parkta da eğlendikten sonra (yine o kadar zevk alamadık) yurttayız.
Bugün Kocatepe camine, anıtkabire ve vakfa gitmeye niyet eylemiştik. Kocatepe camine çıkarken niye o camiye Kocatepe dediklerini anlıyoruz. Cami bayağı iyi. Cumhuriyetten sonra yapılmış en büyük cami. Yalnız Osmanlı mimarisini taklit etmişler, ki gayet doğaldır bu durum. Ortada avizeden müteşekkil devasa bir top. Etrafında ufak ufak 32 tane top. Ayrıca dörtkenarında da 4 tane top. Toplam 37. Eeeee! Ne oldu şimdi saydıkta.
Anıtkabirimizi uzaktan görme şerefine nail olduk. Çok gezip görmek istediğim halde gitmek nasip olmadı. Başka bir sefer inşallah.
Vakıfta bir süre bekledikten sonra Gıyasettin Karatepe ile ki kendisi müdürdü, bir muhabbet ki sormayın. Bu muhabbetten aklımda kalan –sınırları zihnimizden kaldıralım. Her yere gidelim. Gidebildiğin her yere, senin anlayacağın. Zaten biz de bunu yapmaya çalışıyorduk.
Ankara’nın dışındayız. Murat isminde bi kamyon şoförü bizi bir müddet götürdü.

Yılın ilk tır otostopu. Ali abi. Bizi Gerede’de bıraktı. Sonra sarhoş olduğunu zannettiğimiz biri biraz daha ileriye attı. Derken ofiste oyalandık, oyalandık, saat 3.00’te Kastamonu otobüsüne bindik. Tabi 3 kişilik yer yoktu. O yüzden 2 koltukta 3 kişi oturduk ve uyuduk. Hey Allah’ım! Ne sıkıntıydı ama!
5.30 da ordaydık.

KASTAMONU 13.08.1998 Perşembe

Sabahın altısında Kastamonu’da cami arıyoruz tabi uyumak için. O cami senin, bu cami benim derken Nasrullahi… diye bir cami bulduk. Ve orda takriben 2 saat uyuduk. Bu arada gezinirken az buçuk tarihi bilgiler edindik. Eski evler çok. Camiler eski. Tarih kokuyor. Neyse uyandıktan sonra ilk işimiz Aşık Sultan Türbesine gitmek oldu.
Aşık Sultan 1116’lı yıllarda burada kale önünde şehit olmuş. Okuduğumuz kadarı ile birisi ateşe vermiş bu türbeyi. O anda valinin olsa gerek rüyasına giriyor. Yanıyorum kurtarın beni diye. Geliyorlar söndürüyorlar. Ama ayak kısmı biraz yanmış. Biz de dua ettikten sonra gittim ayak ucuna meraktan; bezleri kaldırdım, baktım yanık yok. O arada bir merak daha girdi aklıma; tabutun kapağını açmak! Tabi bu arada kimsecikler yok ortalıkta bizden başka. Açtım vesselam. Baktım sanki iki ayak gibi geldi ama tahta mı neydi! Abdullah o an baktı ve rahatsız etmeyelim deyince bir an bu laf beni irkitti. Çünkü gerçekten ayaklarıydı ama cam var arada. Türbeden çıkarken türbenin hemen karşısındaki evden biri -kapıları açın, tabutun ayak kısmını açın deyince şaşırdık. Meğerse bizim tedirginlikle bakmaya çalıştığımız bu yer zaten aleni imiş. Bu sefer girdim dikkatlice baktım, hemen hemen 1000 yıllık, şehit olmuş bir cesedin ayaklarına.
Ordan da, yallah kaleye. Bu kale de çok eski. Tüm Kastamonu ayaklarımızın altındaydı. Ve artık ortasından bir derenin geçtiği bu küçük şirin ili terk etmenin vakti gelmişti. Merkez dışına çıkıp bizi biraz ileriye atan traktöre bindik.
Otostopla arabadan arabaya derken Sinop sapağına kadar gittik.

SİNOP 13.08.1998 Perşembe

Sinop’a girerken şaşırdığım bir nokta ilginç bir görüntüsü vardı. Aynı sapsız gözlük gibi. Hüdaverdi’yi Alaaddin camiine bıraktıktan sonra Abdullah ile birlikte deniz kenarında turladık, biraz da tepeye çıktık. Maksat Sinop’u tanımak. Çok tanınır ya iki saatte!! Galiba burayı güzel kılan sade oluşu ve denizi idi.
Ve şimdi Orman kampındayız. Afra ‘dan 9 milyona aldığımız kolay kurulan kamp çadırının içindeyiz. İnsanın sığınacak bir yeri olması ne güzel! Yalnız Hüdaverdi içinde değil. O, dışında. Yani geziyor ben bunları yazarken.
Sabah kalktığımızda acele bir şekilde kendimizi Ayancık minibüsüne attık. Ayancık’tan kah yürüyerek kah arabayla ilerliyoruz. İki genç abi bizi aldı. Az biraz gittikten sonra yol ayrımında ayrıldık. Bize bir karpuz vermediler ya alacakları olsun.Oysa kasada yığınla karpuz vardı. Aradan biraz zaman geçti bir kia model araba. Kıyak araba imiş.  Seyahatimiz esnasında yanında bayan bulunan birisi daha önce hiç almamıştı bizi ama bu arabaya kadar.
Kasası plastik bidonlarla dolu bir kamyonet. Zeki ve Yusuf; sahil kenarından Doğanyurt Köyü’ne kadar onlarla gittik. İşin kötü tarafı bu yoldan araba maraba geçmiyor. Geçse de kolay kolay almıyor. Ama biz devam. Baktık olmuyor, minibüse bindik istemesek de. Ama, yani, şimdi hiç yakışıyor mu bir otostopçuya. Neyse ki sorun etmedik. Edecek halimizde yoktu zaten.
Geçmiş zaman malum, insan unutuyor, sonra anlıyor keşke bütün yaşananları yazsaydık diye… Yoksa şimdi bu gezimizin en tehlikeli bir o kadar da heyecanlı ve bir bu kadar da ibret dolu hikayesinin geçtiği yerin adını belirtmez miydim aha buraya! Mesela bizim yine üçümüzün beraber gittiği Yanık Vadisi, sonra Abdullah ile güneş tutulmasını izlemek bahanesiyle depremden önce otostopla gittiğimiz Amasya gezisi hakkında zihnimizdeki hatıralar zamanla kaybolmazdı. Olana bereket! Neyse ömür biter yol bitmez demiş böyüklerimiz ama bizim buradaki hikeyemizin kötü aktörleri böyükler maalesef, hem de köyün ileri gelenleri ve tek kafası kıyak olan dışındaki herkes…
Dedik ya, Doğanyurt’tan sonra yollar bitmiyor gari. Tabanlara kuvvet, bir ara arabaya filan bindik, yani aslında prensiplerimize aykırı ama nasiplensin dedik oranın da şoförleri.. Karanlık çökmeye başlayınca bizim de endişelerimiz artmaya başladı. Ama Allah biliyor ki, hiç birimiz de -ne olacak, aman Allah’ım eyvahlar olsun modunda değiliz. Her taraf kararmaya başlayınca bu ıssız yollarda, Allah Kerim diyoruz yola devam ediyoruz. En nihayetinde artık dedik ki; kendimizi atarız bir köye tabi köy çıkarsa karşımıza. Memleketimde köy biter mi, bitmez! Daldık karşımıza çıkan ilk köye. Karanlık çökmüş hatta yatsı civarlarıydı. Köye girdik. Bir tedirginliğimiz de -bu köyün köpekleri vardır, aman haaa! Neyse ki bişeycik olmadı. Köyün merkezindeki camiye girdik. Baktık ki içerde 3-4 kişi zevattan birileri namaz için bizi beklerlermiş adeta. Selam verdik, tanıştık, halimizi durumumuzu anlattık derken namazı da beraber kıldık. Dedik ki biz burada kalacaz, yani yapacak bir şey yok. Eyi dediler, emiceler çıktılar gittileeeer. Biz kaldık, Allahın evinde, 3 genç.
Sonra dedik ki, çıkınımızda olmadığı için bu köyün elbet bir bakkalı vardır. Gidelim ve rica edelim; bize artık, ekmek mi olur, bisküvimi olur nasipte ne varsa versin ya da satsın. Köyün bakkalını bulmamız zor olmadı elbet, nitekim bakkalın üstündeki evin kapısını çaldık. Bakkal da sağ olsun indi, sadece bisküvi vardı, onu verdi. Teşekkür ettik ve bunu bulduğumuza şükrettik Rabbimize. Tekrar camiye geldik, bigüzel soframızı kurduk ve afiyetle yedik, doyduk. Sonra ben hava almak için, dışarıya çıkıyom dedim arkadaşlara. Cami kapısının önünde öylesine gezinirken karanlığın içinden biri çıkageldi. Hani demiştim ya; köyün kafası kıyak kişisi, belki başka kafası kıyaklar da vardı ama bizim tanıdığımız tek kafası kıyak işte bu karanlığın içinden çıkagelen kafası kıyak kişi idi.
Ya! Dedi siz kimsiniz, in misiniz, cin misiniz? Dedim abi biz böyle iken böyle oldu vs. Yahu! Delikanlılar siz şöyle bi gelin bakalım, köylü sizi merak ediyor ama siz temiz çocuklarmışsınız dedi. Eh bize de, toparlanıp dediği yere gitmek düştü. O önde, biz arkada üç temiz çocuk. Şimdi temiz demişken her ne kadar bu şahıs üzerinde temiz bir intiba bırakmış olsak da aslında bu noktada ve bu konuda bir durumu parantez içinde anlatmak isterim farzı mahal. Buraya kadar hiiiç anlatmadığım hatta ima bile etmediğim bir durum var, o da şu ki: Biz yolculuk hali olduğu için üstümüze, başımıza, sakalımıza, saçımıza pek bakamamış olabiliriz. Aslında her birimiz temiz ve yakışıklı çocuklarız. Ama takdir edersiniz yol hali, görüntü biraz bozuktu ki ahali bizden tedirgin olmuş anlaşılan yine ki; biz de bu durumu yeni idrak ediyoz. Tabi yeni derken köyün merkezine vardığımızda.
Ya, ahali! Bu çocuklar temiz çocuklar, bişey yok, gelin arkadaşlar gelin.
Haydaaaa! diyoz biz kendi kendimize, biz de şaşkınız, köylüde. Yani durum onu gösteriyor. Geldik köyün merkezine, şöyle direkteki ışığın vurduğu ve aydınlığın olduğu tek yer. Biz bu aydınlık alana geldikçe kenardan köşeden bir takım insanlar belirmeye başladı ki biz hepten şaşa kaldık. Bir anda etrafımız insan doldu. Biz de sanıyoz ki; köylü uykusunda, üç kişi gelmişte çok umurlarında. Ohoooo! Köylü ayağa kalkmış anam! Toplanmakla kalmamış çalkalanmış bi de. Biz tabi, bize sorulan sorulara cevap vermeye çalışıyoz bi yandan. Ama ortam gerçekten gergin. Köyün gençleri dizilmişler, kiminin elinde sustalı var bize göstere göstere…
Neyse lafı uzatmayalım, meğer bu köye yıllar önce birileri gelmiş, caminin fayanslarını mı çalmış, pkklı mıymış neymiş. Aha! İşin özeti bu. Bizim de fotoğraflar biraz bozuk olunca köylü bu işte biş iş var deyip bir elçi yollamışlaaaar! Elçi kafası kıyak olan abi. Anladığımız kadarıyla bu durumda aralarında ki en cesur kişi de O.
Şimdi biz olayı anlatmasına anlattık ama köylünün içine bir tedirginlik girmiş ya, çıkart çıkartabilirsen. Yok, olmaz, burada kalmasınlar, dediler. Ya nolcek! İmamı bekleyelim. İmam nerde? Düğünde. Şimdi taşlar yerine oturdu işte. Biz de yatsıyı zaten cemaatle beraber kılmıştık. Neyse imama haber ettiler, imam geldi 10-15 dakka sonra. Anladık ki, oranın imamı saygın ve sözü dinlenir biri. Baktık ki, okumuş, akıllı biri. Bizi de gördü böyle temiz. Dedi ki: Çocuklar! Köylü bir kere rahatsız oldu, ben sizi jandarmaya teslim edeyim. Yok olmaz öyle şey, siz de kim oluyorsunuz, biz istediğimiz yerde kalırız diyecek durumumuz olmadığı için, tabi hocam dedik, siz nasıl uygun görürseniz:) Atladık arabaya, yani attılar bizi arabaya. Bu da yılın zorunlu otostopu olmuş oldu. En nihayetinde gittik ama bu durum bizi ziyadesiyle üzdü, gerçi bir bakıma sevindirdi. Şöyle ki, memleketimin köyüne bak be! filan dedik falan dedik ama hoca bizi jandarmaya götürürken baktık ki, gideceğimiz yol istikametinde gidiyoz yani batıya doğru gidiyoz. Bir otostopçu olarak bundan bile bir fayda umarak kendi adımıza sevindik. Sonuçta otostopçu için yeri geldi mi ne için gittiği, nasıl gittiği, ne şartlarda gittiği değil, bi şekilde gidiyor olması önemlidir. Haticeye değil neticeye bak demişler. Bi de imam, demez mi; yarın ben Bartın’a gidecem, isterseniz sizi de oraya kadar götürürüm. Aha, işte fırsatlar ülkesi!
İmam, bizi jandarmaya bıraktııı! Eyvah dedik. Bu civarın köylüsü böyleyse, jandarması nasıldır? Tek kelimeyle tırstık.
Ama memleketimin askeri,
Yanar annelerin yürekleri,
Selam verdik girdik içeri.
Gördük ki, o güleç yüzleri, cinsinden bir ruh haline girdik gayri ihtiyari. Aman Allah’ım, meğerse karakoldakilere, hasbihal edecek kişiler lazımmış. Biz “çok şükür” dedik içimizden. İçimizden derken, kulağını dayasan duyarsın yani, o cinsten…
Zaten hemen biri anlatmaya başladı askerlerden; abi işte benim sevdiğim biri var da.. sağ olsun benim iki arkadaşım,  beni kastederek –bak, senin dilinden en iyi bu arkadaş anlar. O da nişanlı. Bir an kendimi: Tanrılara bu sene kimi kurban edeliiiiim. –Bunu. -..!  şeklinde gibi hissettim. Asker direk zaten o andan itibaren beni muhatap aldı. Uzun uzun derdini, durumunu anlattı. Biz de elimizden geldiğince derman olmaya çalıştık. Bu esnada Abdullah başka bir köşede, Hüdaverdi ise –ya, bizim bilgisayarda bir arıza var, aranızda anlayanınız var mı? sorusuna karşılık olaya anında müdahale ederek vatan borcundan bir parça da olsa yerine getirmiş oldu. Asker arkadaşlar sağ olsunlar bizi biraz da karakolda gezdirdikten sonra, müsait olan bir yerde, gecenin ilerleyen saatlerinde, artık akrep ile yelkovanın bile amaaaan! dediği bir zaman diliminde uyumamıza müsaade ettiler, çok şükür!
Sabah köyün imamı geldi ve bizi dediği gibi Bartın’a kadar bıraktı. Oradan da otobüse bindik mi binmedik mi bende hatırlamıyorum.
Hatırladığım bir şey var, o da; Adapazarı’na geldiğimizde, Yeni Cami’de indik ve cebimizdeki son kuruşlarla da ıslama köfte yedik galiba…


Bu hikaye burada bitti. Ama bu 3 kişinin hikayeleri daha bitmedi nasipse. Yıl 2008. Biri (ben) Adapazarı’nda, biri (Hüda (Hüdaverdi)) İstanbul’da, biri de (Abdullah) Kanada’da. Şimdilik durum böyle! Artık, bi daha nerde, ne zaman, nasıl olur, “yaa nasip” demiş kul Ahmet. “Kimseler anlamazdı ya nasip, ne demekti?”

Bu geziden çıkarttığımız bazı tespitlerimiz oldu. Hem otostopçuluğun da bir reconu var yani…
Bu camiaya faydamız olursa, ne mutlu o gezgin ruhlara.

Otostopçunun halinden otostopçu anlar.
Otostopçulukta yolculuğun uzunu kısası olmaz. 1 metre de olsa 1000 kilometre de olsa fark etmez.
Otostopçu; ne çok umutlu olmalı; ne de çok karamsar olmalı.
Otostopçu; kendinden taviz vermemeli.
Otostopçu; yalvarırcasına hareket çekmemeli.
Otostopçu; kendisini almayan arabaya arkadan çirkin sözler söylememeli.
Otostopçunun hedefi büyük olmalı. Şehir merkez içlerine veya merkez dışlarına kadar, bütün yolculuğunu otostopçulukla yapmaya çalışmalı.
Bir otostopçu için en güzel şey bir şehirden bir başka şehre bir arabayla gidebilmesidir.
Otostopçu; teçhizatı iyi olmalı. Eksik ise onları tamamlamalı.
Otostopçu; boş durmamalı. Araba yoksa yürümeli.
Otostopçu; arabaların genelde nerede durabilirliğini iyice öğrenmeli ve bu yerlere dikkat etmeli.
Otostopçu; her türlü insana ve duruma hazırlıklı olmalı.
Otostopçu; parası veya imkanı varsa yolda yürürken omuza takılan dikiz aynalı aparattan taktırmalı.
Otostopçu; kendisini alan şoförü çok konuşarak rahatsız etmemeli.
Otostopçu; kendisini yoldan alıp belli bir yere kadar götüren şoföre teşekkür etmeli.
Otostopçu; tanışma faslını, bindikten kısa bir zaman sonra yapmalı. Zira inerken yaparsa bu yardımsever şoförün zihninde kötü bir imaj bırakır.
Otostopçu; şunu bilmeli ki, sen bu arabaya ne ilk binensin ne de son binen.
Otostopçu; ineceği yeri asla unutmamalı. Ha, unuttu! Tamam, bu sorun değil bir otostopçu için ama burada önemli olan plan ve prensiplerdir.
Otostopçu; cami, öğretmen evleri, dernek vb alternatifleri iyi değerlendirmeli.
Otostopçu; aşırı duygusallığa kapılıp (istisnalar hariç) şoförlere işte telefonlaşalım, görüşelim ..vs dememeli. Yoksa işin içinden çıkamaz.
Otostopçu; gideceği yere varmadan tanıdıklarının listesini çıkarmalı ki kalma sorunu ve masrafı olmasın.
Otostopçuluğun kitabını yazdık biz bu yollarda.
Onlar otostopçu; işin yolunu biliyorlar.




Yine üç arkadaş, bigün oturup karar vermişler. “Hiç kimsenin görmediği, bilmediği bir yere gidelim.”
Ve gerçekten de hiç kimsenin bilmediği bir yere gitmişler.    








 -Abi! Nereye gitmişler? 
-Dedim ya! Hiç kimsenin bilmediği bir yere!
-BİTTİ-

ÖLÜMSE, GÜLÜMSE!(3)

Yaşlı adamın cansız bedeni yere düştü. Yarım metre sürüklendi. Ortalık bir anda karıştı ve civarda bulunan herkes cesedin başına üşüştü. Yaşıyor mu? Öldü mü? Kaldı mı? Aman Allah’ım! Eyvah eyvah!

Yalnız bütün bunlar yaşanırken; yere düşen yaşlı adamın, bankanın kapısında belirmesinden o ona kadar, onu adım adım izleyen biri vardı meydanda. Yaşlı adama gözünün önünde feci bir şekilde araba çarptı ve muhtemelen de adam öldü. Bu kötü ve acıklı bir görüntüydü. Ama parası hala çantanın içindeydi. Çanta da kaldırımla yolun kesiştiği yerde öylece duruyordu. Ufak bir vicdan azabı muhasebesi yaptı. Üzerinde fazla da düşünmek istemedi zaten. O karışıklıkta çantaya doğru yaklaştı, eğildi ve çaktırmadan çantayı yerden aldı. Hızla uzaklaşmaya başlamıştı ki arkasından gelen sesle kötü adam irkildi:        
– Adamın çantasını çaldı!
Bu sefer hızla koşmaya başladı kötü adam. Geri dönüş yoktu! Artık sahada kötü ile iyinin mücadelesi vardı. Kötülük önde koşuyor, iyilik de onun peşinde..!

-------------------

Yeni cami ile Orhan cami arasındaki bulvardayım. Gelip geçen insanlar, çocukların çığlıkları, gençlerin hararetli muhabbetleri, kenarda oturan sevgililer, yalnız takılanlar, ihtiyarlar, muhabbetler, arabaların gürültüsü derken bulvarın orta kısmında yer alan çeşmeye kadar geldim. Avucuma dökülen sudan nasibim kadarını içtim. Biraz da ıslak ellerimle adettendir diye saçlarımı şekillendirdim.  Az ileride satranç yerindeki kalabalığı fark edince hemen yanaştım. Baktım; erkek öğrencilerle kız öğrenciler satranç oynuyorlar. Etrafta benim gibi meraklı 3-5 kişi daha var. Ben de hemen valilik binasına bakan taraftaki banka oturdum. Bir yandan da oyunu çözmeye çalışıyorum. Hangi taraf üstün? Oyunun seviyesi nasıl? Taşların yerleri falan filan…
Tam oturdum derken, satranç yerinin karşı kenarında tanıdık bir sima ile göz göze geldim. Onu karşımda direkt görünce çok şaşırdım, yani ikimiz de afalladık! Yutkundum! Zihnimde sadece bakışmamız, bir de etraftan gelen sesler var. Aramızda satranç oynayan öğrenciler, kenarda oyunu takip eden meraklı insanlar yok. Sadece bakışmamız ve sesler var. Ben ilk hareket olarak kendimi geriye doğru çektim ve sırtımı yasladım. O da hemen arkasındaki banka oturdu.
Fazla değişmemiş suratı.  Lisedeyken aynı sınıfta okuduğum bir arkadaşımdı Kemal. Hikaye uzun tabi. Tam 12 sene önce onun yüzünden hocadan dayak yemiştim. Mesele küçük gibi durabilir ama benim için son derece derindi. Kemal bu olay yaşanırken Almanya’ya gitmişti bile. Ben de ahdetmiştim; “Ulan! Bir gün sırf bu yüzden Almanya’ya gidip onu bulacak ve bir güzel dövecektim.” ve şimdi Allah karşıma çıkarttı.
Gözlerimizi birbirimize dikmiş sadece bakışıyoruz. Başka hiçbir tarafa bakmıyoruz. O sağ dizini inceden inceye sürekli bir şekilde titretiyor bu arada. Bu hali beni rahatsız etti.
Kemal’le aynı zamanda komşuyduk ta o yıllarda. Almanya’ya gittikten kısa bir zaman sonra ailesi Serdivan tarafına taşındı. Bir bakıma iyi de oldu bu durum. Çünkü aileler arasında da sürtüşme olmuştu. O gün bugün sadece babasını birkaç kez gördüm. En son belediyeden emekli olduğunu öğrendim. Fakat her ne hikmetse Kemal’i bir daha görmek nasip olmadı. Ama şimdi karşımda!
Kemal’le bakışmamız eskiden onunla yaptığımız o derin muhabbetleri hatırlattı bana. Çok samimi değildik. İkimiz de samimi olmamamız gerektiğini bilirdik çünkü anlaşamazdık. Bunu ikimiz de biliyorduk. Ne çok iyiydik, ne çok kötü. Belirli bir seviyede tuttuk ilişkimizi hep. Biz sadece fikirlerimizi çarpıştırırdık. Hem ciddi konularda hem de sulu konularda. Durum böyleydi.
Bizim ilişkimizin adını ben “serin ilişki” koymuştum. Bazen aylarca konuşmazdık. Yeri gelir sadece bakışırdık. Bakışırken düşünürdük. Düşünürken de zihinlerimizi okumaya çalışırdık. Ve hep bir sonraki hamlemiz ne olacak diye hesap yapardık. Bu sebepten uzun uzun bakışmalara alışığız. Bezen de ciddi ciddi oturup konuşurduk. Bir keresinde bir konuyu bahane ederek 2 saat onu meşgul etmiştim. Sonradan anladı; kız arkadaşının onu bu yüzden okul bahçesinde yarım saat beklediğini. Çok kızmıştı bana. O olaydan iki gün sonra okul müdürünün odasından dolma kalem çalındı. İşin kötü tarafı ortalıkta benim odaya girdiğim konuşuluyordu. Odada bana ait bir de kitap bulundu..! Bayağı bir hesaba çekmişti beni müdür.
Biz de oyuna düşürmek ve oyuna düşmek vardı. Kural buydu. Ama asla şikayet yoktu. Sadece olaydan sıyrılmaya bakardık. Aslında bizim bu dalaşmalarımızda bile bir seviye vardı. Bir bakıma sanat icra eder gibi oynamaya çalışırdık. Yani ne kadar kusursuz bir plan yapıp uygularsak o kadar keyif alırdık. Bunun gibi muzırlıklar işte. Hayret! Şimdi muzırlık dediğim şeyler o zaman bizim için bir hayat tarzıydı!
Konuşurken her an bir tehlike beklerdik birbirimizden. Konuşmuyorken de… İlişkimizin boyutu bundan ibaretti. En son ona yaptığım şaka benim dayak yememe sebep oldu. Aslında kuralı o bozdu. Ve en başta işi şiddete götüren de o idi. O, Almanya’ya gitti ve olan bana oldu.
Şimdi asıl meseleye gelince; 12 sene önce kendi kendime verdiğim bir söz vardı. İşin içinde plan milan yoktu. Direkt gidip bir güzel dövecektim Kemal’i. Fakat ben Kemal’in gözlerine bakarken tam 12 sene önce taşıdığım o ateşi kendimde göremedim ki! Zamansız yakalandım galiba. Üzerinden yıllar geçti. İşin pis tarafı da buydu işte. Her şey zamanında..!
Muhtemelen ben bunları düşünürken oda aynı şeyleri düşünüyor. O da gayet iyi biliyor işin içinde şiddetin olabileceğini. Bu sebepten fazla tepki gösteremez. En azından göstermemeli. Ama aradan geçen yıllar var. Bu faktörü de unutmamak lazım. Artık büyümüş ve olgun insanlar sınıfındayız ne de olsa. Onun da çoluk çocuğu vardır Allah bilir. Belki de eski kurallara göre oynamayabilir. Şimdi iş şiddete varırsa o da bana karşılık verecek. Niye vermesin ki? Almanya’da geçirdiği yıllar onu kısmen de olsa değiştirmiş olabilir. Onun da bana tepki vermesi durumunda -ki büyük ihtimal- iş kötü bir hal alabilir. Bunu ikimiz de istemeyiz. Yok, sıvışmayı denese buna ben razı olmam zaten. Ama bir ihtimal!
Ben bunları düşünürken kesinlikle o da kendine göre bir şeyler düşünüyor. Benim ona olan kızgınlığımı, artık olayın mazide kalması gerektiğini, bu işten nasıl sıyrılacağını ve hatta beni tekrar nasıl tongaya düşüreceğini bile hesaplıyordur. Ama o hâlâ dizini titretiyor. Ya stresten ya da beni mi rahatsız etmek istiyor? Eskiden böyle bir hareketi yoktu onun. Ya da başka bir sıkıntısı var.
Yoo! Hayır! Dövme fikri hiç içime sinmedi. Bunu isteseydim yapardım ama bilemiyorum! Yıllardır içimde beslediğim o his bana bir anda itici geldi. Ben büyüdüm de dövme fikri çocukça düşünülmüş bir söylemden mi ibaret kaldı? Zaten şimdi çok komik kaçar. Yani çok saçma durdu bu fikir.
Geçmişte yaşanan o olaydan sonra şimdi kalkıp da elimi kolumu sallayarak çekip gidemem ki! Ne yapmalıyım? Ne yapmalıyım da 12 sene önceki hamlenin karşılığını güzel bir hamleyle bitirmeliyim! Fazla zaman yok! Çünkü zaman geçtikçe psikolojik avantaj ona geçiyor. Bir şeyler yapmalıyım artık! Ya da! Ya da hiçbir şey yapmamalı mıyım?
Kemal’in gözlerine iyice baktım. “Ulan ben sana ne yapayım” der gibi. Zannedersem ne demek istediğimi anladı. Ya da anladığını zannettim.
Aslında az önce yılların onu nasıl değiştirdiğini düşünürken, şimdi de asıl yılların beni nasıl değiştirdiğini anladım. Evlilik, çocuk, iş hayatı, yaşın ilerlemesi vs. bütün bu duygular mıydı beni frenleyen ve değiştiren?
Kendimde bu duraksamayı gördüğüm için yapacak fazla bir şey kalmadı anlaşılan. Ben bu işten vazgeçiyorum! Bir anda sıkıntı bastı üzerime! Nasıl olduysa bir anda sıyrıldım olaydan. Tekrar önümde satranç yerindeki öğrenciler belirmeye başladı. Gelip geçenler, orda durup oyuna bakanlar, arabaların sesleri…
Evet! Kararımı verdim. En doğrusu bu! Hiçbir şey yapmadan gideceğim. Muhtemelen şaşıracak. Buna eminim. Çünkü böyle bir hareket onun hesaplarına göre yapabileceğim en son harekettir. Böylesi daha iyi! Son olarak gözümün ucuyla satranç taşlarına baktım. Hiçbir şey olmamış gibi yürümeye devam ettim. Bu tavrım bu oyunun son hamlesi oldu bana kalırsa. Fakat bu oyunun sonunda kim kazandı kim kaybetti henüz anlamış değilim. Ve bunun sonucunda Kemal ne düşünür onu da açıkçası tam olarak kestiremiyorum. Amaaaan! Ne olursa olsun!  Ortada şah çekende yok, mat olanda! Sadece ben isteksiz olarak beyaz bayrak kaldırdım. Doğru mu hareket ettim yanlış mı? Büyük olasılıkla yaptığım doğru bir hareketti. Öyleydi öyleydi…
Canım çok sıkıldı şimdi. Biraz yürüdüm. Arabaların döndüğü yere geldim. Tam köşedeki sedir ağacının önündeyim. Karşı taraftan gelen sesle irkildim:
-Durdurun şu adamı. Hırsızı yakalayıııın!
Yolun karşısında kötülük, onun arkasında da iyilik vardı! 

ÖLÜMSE, GÜLÜMSE!(2)

(Geçen sayıda yazımızın ilk bölümünü okumayan/okuyamayan şimdiki okurlarımıza özet sunmak isterim: Yaşlı bir adam bankadan aldığı parasını el çantasına koyarak dışarı çıkar. Kapalı Çarşının oralarda yoldan karşıdan karşıya geçerken beşinci adımını atamadan araba çarpar. Arabanın çarpmasıyla havaya fırlayan yaşlı adam daha havadayken canını Azrail’e teslim eder.)

Şimdi yaşlı adama çarpan arabanın şoförüne bi bakalım. Kendini fazlasıyla kasmış doğal olarak. Normal şartlarda olsaydı; bu kazandığı enerjiyle bir arabayı yerinden kaldırabilirdi belki de!  Yada bir duvarı yıkabilirdi. Hele hele yüzü! Gözlerini öyle bir kapatmış ki yaşadığı o dehşeti gözlerinden okumak mümkün. Gerçi kapalı ve karanlık ama yine de mümkün. Şoförün soyut bir salonda, içten aydınlatmalı, zihninden yansıtılan korku dolu sahneleri seyrettiği kesin.  

Azrail kendi yoluna yaşlı adam kendi yoluna derken yaşlı adam yolun ortasına, yere sert ve hızlı bir şekle düşer. Düşer, hemen akabinde birkaç metre de sürüklenir. Etraftan bu sahneyi görenlerin sesleri yükseliyor tabi:
-Eyvah!
-Hiiii!
-Uhhh!
-Olamazzz!
-Aman Allahım!

Yaşlı adam ölü bedeniyle yere düştükten sonra etraftan insanlar üşüşmeye başladı. O an, az panikleyenlerden, ya da hemen kendine gelenlerden bir kaçı yaşlı adamın hemen ölüp ölmediğine bakmak istediler. Trafik durdu, etraftakiler, arabalarından inip gelenler, işyerlerinin camlarından bakanlar derken 5-10 saniyede acayip bir kalabalık oldu. Dehşet sahneyi görenler adamın ne halde olduğunu görmek için, olayı kaçıranlar ise; “Kim öldü? Ne oldu?” türünden zihinlerinde ki sorulara cevap bulabilmek için toplandılar. Birileri:
-“Ya açılın kardeşim!Açılsanıza!Adam öldü işte!”, derken başka birileri:
-“Ya ambulans çağırın!”  diyerek seslerini yükseltiyorlardı.

Ama buradaki insanların arasında biri var ki; o bütün bu olanları gördüğü halde, hiçte olayın heyecanına kendini kaptırmadı. Gerçi böyle olmasını o da istemezdi ama bi bakıma işine gelir gibi oldu. Çantanın tam olarak nereye düştüğünü, yaşlı adamın havadaki halini, arabanın çarpışını, kaldırımda yürüdüğünü, bankadan çıkışını, bankaya girişini, ondan önce evden çıkışına kadar gölge gibi onu takip etmişti ve bütün bu olanları saniye saniye izlemişti. Şimdi tek yapması gereken çantayı almaktı.
Kendini el çantasının üzerinde sabitleyerek bir süre ayaklarının altında gizlemeye çalıştı. Etrafında kalabalık oluşunca da çaktırmadan eğilerek el çantasını aldı. Herkesin ilgisi yaşlı adamdaydı… 

ÖLÜMSE, GÜLÜMSE!(1)


Yaşlı adam, Kapalı Çarşı’nın yanındaki bankanın kapısında beliriverdi. 50 yaşlarında, 1.70 boylarında, biraz zayıf denebilecek ayarda, kafasında fötr şapka, gözünde; klasik bir ihtiyar gözlüğü, bıyıklı, ceketli, kahverengi ayakkabısı olan, naif görünümlü,  yaşlı bir adam. Ve tabi ki yanından hiç ayırmadığı siyah renkli, oplam üç bölmesi olan ufak bir el çantası.  Bankanın kapısında göründüğünde aldığı parayı çantasına yerleştirmişti. O kadar parayı taşıyan herkes de olabilecek heyecanı, o da taşıyordu. Yüklü miktarda parasını, biriktirdiği hesabından çekmek zorunda kalması ona ayrı bir sıkın veriyordu. Ama olsun! Birkaç yere borcunu ödeyememişti, onları kapatacaktı nihayetinde. El çantasını sağ kolunun altına iyice sıkıştırdı. Hava güneşliydi, üstelikte güzel. Ve başladı yürümeye…

Beş on adım attı ki Kapalı Çarşı’nın Atatürk Parkı’na bakan kapısının önüne gelmişti. Tam yoluna devam edecekti, aklına ayakkabıları geldi. Onları neredeyse iki gündür boyatmamıştı. Orda durdu ve yola doğru döndü. Bir ayakkabılarına baktı bir de karşıdaki ayakkabıcıya! İçinden:
-Amaaaan! Nasıl olsa bu parayı bozduracam. Bari aradan şu boyatma işini de çıkarayım. Dedi ve yöneldi yola doğru.

Yaşlı adam, yola doğru ilk adımını attı. El çantasındaki paranın nerelere gideceğini bir kez daha aklından geçirdi. Gerçi paranın nereye gideceği belliydi ama bunu bildiği halde yine de aklından geçmesini engelleyemiyordu. Aklına her gelişinde, parasını vereceği kişilerin hemen görüntüleri zihninde beliriyordu. Onlara borçlarını verdiğinde, kendisine çok az para kalacaktı. Çünkü bankadaki parasına, canı pekte isteyerek dokunmamıştı. Emekli maaşını almasına az kaldığından dolayı kendisi için para çekmedi. Küsuratlarla yetinecekti. İlk yetindiği de ayakkabıcıya vereceği paraydı.

Yaşlı adam, ikinci adımını attığında; ayakkabıcıdan hemen çıkacak ve ilk önce en yakın da bulunan İsmail’e gidecekti. İsmail; çok eski arkadaşı. Hani herkesin bir arkadaşı vardır ya! Ondan işte! İsmail’e verir parasını, bi de çayını içerdi müsaitse. Sonra direk Nevzat’ın yanına. Nevzat da; aslında rahmetli abisinin en iyi arkadaşıydı. Abisi yıllar önce öldükten sonra Nevzat’la araları daha da iyi oldu. Ona da uğrar borcunu öder sonrasında, Allah Kerim.

Yaşlı adam, üçüncü adımını attı ve bir sesle irkildi. Ufak bir çocuğun ağlamasıydı bu ses. Yolun karşısında,  sağ tarafta bir kız çocuğu ağlıyordu. Kızın ne yaptığını haliyle anlayamadı ama annesinin ona çok kızdığı her halinden belliydi. Annesinden tokat yiyen kız çocuğunu görünce yüz hatlarında gerilmeler oldu. Kıstı gözlerini, acıyarak baktı:
-“Çocuk suçlu değildir ama annesi de haksız değildir, herhalde.” diye düşündü. Ansızın bu düşünceden sıyrılarak karşı kaldırımda yürüyenleri, duranları, geçenleri, konuşanları  fark etti.

Yaşlı adam, dördüncü adımını atmış bulundu. Karşı kaldırımdakileri fark ettiğinde aralarından birkaç kişinin kendisine doğru yöneltmiş oldukları şiddetli bakışlarını gördü. Bu bakışlarda farklı bir durumun olduğu belliydi. Adını koyamadığı bu his içinde özellikle yüreğinden başlayan ve bütün vücudunu kaplayan bir şey oldu! Bu kötü bir histi. Sonra her yer karanlık oldu. Her yeri karanlık kapladı. Sadece karanlık..!

Tabi ki bilemezdi yaşlı adam; bu adımlarının hayatta atacağı son adımlar olacağını!
KÜÜÜT!  Çok kötü bir ses! Kulağı fazlasıyla rahatsız eden, iç duvarlarına hunharca saldıran sonrasında zihinde kötü çağrışımlar yapan bir ses. Bu bir çarpmanın sesiydi ama sadece sesi bile insanı mahvetmeye yeter de artar bile. Araba yaşlı adama çok fena çarptı. Canlı olarak yeryüzünde attığı son adımından sonra yaşlı adamın ayakları yerden kesildi. Önce arabanın ön tarafına kapaklandı ve kapaklandığı gibi aynı hızla havaya doğru fırladı. Hani deyim yerindeyse her zamanki gibi her şey bir anda oldu. 

Etrafta ki birçok kişi, yaşlı adamın havadaki savruluşunu görebildiler. Kimisi daha dönüp bakamamıştı bile. Anlık bir olay ve anlık bakışlar. Yaşlı adam havadaydı; arabanın aşağı yukarı 2 metre önünde, yerden de 2-3 metre yukarıda yatık bir vaziyette. Her şey durdu. Yaşlı adam, araba, etraftaki herkes ve dünyada ne varsa, zaman da dahil her şey…

Yaşlı adam bulunduğu durumdan habersiz! Sanki hayat ile ölüm arasında ki o görünmeyen çizginin üzerine öylece kurulmuş bir halde. Sadece ayaklarını diz kapağından itibaren aşağıya doğru kırmış, kollarını iki yana açmış, vücudu hafif olarak sağa doğru bakıyor. Geldiği yönden bakıldığında yüzü görünmeyecek şekilde. Şapkası, arabanın üzerine kapaklandığı sırada kafasından fırlamış, araba camına çarparak arabanın kenarına düşme aşamasında. Gözlüğü, hala arabanın kaputu üzerinde bir karış havada, sapları sağa ve sola doğru açılmış, camlarından biri kırılmış, diğeri çatlamış, yamuk-yumuk bir vaziyette duruyor. El çantası ise koltuk altından fırlamış az önce geçmeye niyetlendiği karşı kaldırıma çok yakın bir yerde ama havada duruyor. Henüz o da düşmemiş. Düştüğü zaman da büyük ihtimalle asfaltla kaldırım taşının birleştiği yere düşecek.

Ama şimdi düşmesi mümkün değil. Yaşlı adam yere düşmek için bir süre beklemesi gerekecek. Bir sonraki sayıda ancak!
Yaşlı adamın çok az bir zaman öncesine kadar canlı olması ve bu canlı olması sürecinde yaşanmış yılların var olması ve yine bu yaşanmış yılların içinde kim bilir nelerin olduğu, ve daha nelerin olacağı ve  ileriye dönük yapılacaklar, hesaplar, pişmanlıklar….vs. Bütün bunların bir anda bitiyor olması bana ürkütücü geliyor!
Yaşlı adam canlı olarak yükseldiği yere cansız bir beden olarak düşecek. Tabi biz böyle görürken olayı, o bu arada asıl olayı yaşayacak. Yani çizginin öbür tarafına geçecek. Yaşarken ölecek, ölürken de yaşayacak. Bütün bunları düşünürken aklıma bir mezar taşı yazısı geldi:
İnsanı gezdiren rızkıdır yer, yer.
Göklere çıksan da yine seni, yer yer.
Onun için onun adı oldu yer.
O insanı kendi besler, kendi yer.

 Azrail güzel güzel gelir, ömrünü yerden 1-2 metre havada doldurmuş olan yaşlı adamın canını alır. Her şeyin durduğu bu yer ve bu zamanda hareket eden sadece Azrail. Yaşlı adam canını vermiştir. Azrail Meleği bir sonraki can alma işlemini gerçekleştirebilmek için yine durdurulmuş olan başka bir an’a görevini yerine getirmek üzere yola çıkar. Yani bir bakıma an an durdurulmuş anlar dünyasında biz yaşarken, O’da can can durulmuş canlar dünyasında yaşıyor olacak…
Lafın kısası; kelimelerin sıralanışı, söylenişi ve özellikle son iki kelimesinin benim üzerimde yaydığı güzel enerji sebebiyle bir söz daha aktaracağım:
Ölüm gül, ölüm sümbül, ölüm menekşe
Sözüm gül, sözüm sümbül, sözüm menekşe
Öyleyse
Ölümse, Gülümse...