20 Aralık 2009 Pazar

ÖLÜMSE, GÜLÜMSE!(1)


Yaşlı adam, Kapalı Çarşı’nın yanındaki bankanın kapısında beliriverdi. 50 yaşlarında, 1.70 boylarında, biraz zayıf denebilecek ayarda, kafasında fötr şapka, gözünde; klasik bir ihtiyar gözlüğü, bıyıklı, ceketli, kahverengi ayakkabısı olan, naif görünümlü,  yaşlı bir adam. Ve tabi ki yanından hiç ayırmadığı siyah renkli, oplam üç bölmesi olan ufak bir el çantası.  Bankanın kapısında göründüğünde aldığı parayı çantasına yerleştirmişti. O kadar parayı taşıyan herkes de olabilecek heyecanı, o da taşıyordu. Yüklü miktarda parasını, biriktirdiği hesabından çekmek zorunda kalması ona ayrı bir sıkın veriyordu. Ama olsun! Birkaç yere borcunu ödeyememişti, onları kapatacaktı nihayetinde. El çantasını sağ kolunun altına iyice sıkıştırdı. Hava güneşliydi, üstelikte güzel. Ve başladı yürümeye…

Beş on adım attı ki Kapalı Çarşı’nın Atatürk Parkı’na bakan kapısının önüne gelmişti. Tam yoluna devam edecekti, aklına ayakkabıları geldi. Onları neredeyse iki gündür boyatmamıştı. Orda durdu ve yola doğru döndü. Bir ayakkabılarına baktı bir de karşıdaki ayakkabıcıya! İçinden:
-Amaaaan! Nasıl olsa bu parayı bozduracam. Bari aradan şu boyatma işini de çıkarayım. Dedi ve yöneldi yola doğru.

Yaşlı adam, yola doğru ilk adımını attı. El çantasındaki paranın nerelere gideceğini bir kez daha aklından geçirdi. Gerçi paranın nereye gideceği belliydi ama bunu bildiği halde yine de aklından geçmesini engelleyemiyordu. Aklına her gelişinde, parasını vereceği kişilerin hemen görüntüleri zihninde beliriyordu. Onlara borçlarını verdiğinde, kendisine çok az para kalacaktı. Çünkü bankadaki parasına, canı pekte isteyerek dokunmamıştı. Emekli maaşını almasına az kaldığından dolayı kendisi için para çekmedi. Küsuratlarla yetinecekti. İlk yetindiği de ayakkabıcıya vereceği paraydı.

Yaşlı adam, ikinci adımını attığında; ayakkabıcıdan hemen çıkacak ve ilk önce en yakın da bulunan İsmail’e gidecekti. İsmail; çok eski arkadaşı. Hani herkesin bir arkadaşı vardır ya! Ondan işte! İsmail’e verir parasını, bi de çayını içerdi müsaitse. Sonra direk Nevzat’ın yanına. Nevzat da; aslında rahmetli abisinin en iyi arkadaşıydı. Abisi yıllar önce öldükten sonra Nevzat’la araları daha da iyi oldu. Ona da uğrar borcunu öder sonrasında, Allah Kerim.

Yaşlı adam, üçüncü adımını attı ve bir sesle irkildi. Ufak bir çocuğun ağlamasıydı bu ses. Yolun karşısında,  sağ tarafta bir kız çocuğu ağlıyordu. Kızın ne yaptığını haliyle anlayamadı ama annesinin ona çok kızdığı her halinden belliydi. Annesinden tokat yiyen kız çocuğunu görünce yüz hatlarında gerilmeler oldu. Kıstı gözlerini, acıyarak baktı:
-“Çocuk suçlu değildir ama annesi de haksız değildir, herhalde.” diye düşündü. Ansızın bu düşünceden sıyrılarak karşı kaldırımda yürüyenleri, duranları, geçenleri, konuşanları  fark etti.

Yaşlı adam, dördüncü adımını atmış bulundu. Karşı kaldırımdakileri fark ettiğinde aralarından birkaç kişinin kendisine doğru yöneltmiş oldukları şiddetli bakışlarını gördü. Bu bakışlarda farklı bir durumun olduğu belliydi. Adını koyamadığı bu his içinde özellikle yüreğinden başlayan ve bütün vücudunu kaplayan bir şey oldu! Bu kötü bir histi. Sonra her yer karanlık oldu. Her yeri karanlık kapladı. Sadece karanlık..!

Tabi ki bilemezdi yaşlı adam; bu adımlarının hayatta atacağı son adımlar olacağını!
KÜÜÜT!  Çok kötü bir ses! Kulağı fazlasıyla rahatsız eden, iç duvarlarına hunharca saldıran sonrasında zihinde kötü çağrışımlar yapan bir ses. Bu bir çarpmanın sesiydi ama sadece sesi bile insanı mahvetmeye yeter de artar bile. Araba yaşlı adama çok fena çarptı. Canlı olarak yeryüzünde attığı son adımından sonra yaşlı adamın ayakları yerden kesildi. Önce arabanın ön tarafına kapaklandı ve kapaklandığı gibi aynı hızla havaya doğru fırladı. Hani deyim yerindeyse her zamanki gibi her şey bir anda oldu. 

Etrafta ki birçok kişi, yaşlı adamın havadaki savruluşunu görebildiler. Kimisi daha dönüp bakamamıştı bile. Anlık bir olay ve anlık bakışlar. Yaşlı adam havadaydı; arabanın aşağı yukarı 2 metre önünde, yerden de 2-3 metre yukarıda yatık bir vaziyette. Her şey durdu. Yaşlı adam, araba, etraftaki herkes ve dünyada ne varsa, zaman da dahil her şey…

Yaşlı adam bulunduğu durumdan habersiz! Sanki hayat ile ölüm arasında ki o görünmeyen çizginin üzerine öylece kurulmuş bir halde. Sadece ayaklarını diz kapağından itibaren aşağıya doğru kırmış, kollarını iki yana açmış, vücudu hafif olarak sağa doğru bakıyor. Geldiği yönden bakıldığında yüzü görünmeyecek şekilde. Şapkası, arabanın üzerine kapaklandığı sırada kafasından fırlamış, araba camına çarparak arabanın kenarına düşme aşamasında. Gözlüğü, hala arabanın kaputu üzerinde bir karış havada, sapları sağa ve sola doğru açılmış, camlarından biri kırılmış, diğeri çatlamış, yamuk-yumuk bir vaziyette duruyor. El çantası ise koltuk altından fırlamış az önce geçmeye niyetlendiği karşı kaldırıma çok yakın bir yerde ama havada duruyor. Henüz o da düşmemiş. Düştüğü zaman da büyük ihtimalle asfaltla kaldırım taşının birleştiği yere düşecek.

Ama şimdi düşmesi mümkün değil. Yaşlı adam yere düşmek için bir süre beklemesi gerekecek. Bir sonraki sayıda ancak!
Yaşlı adamın çok az bir zaman öncesine kadar canlı olması ve bu canlı olması sürecinde yaşanmış yılların var olması ve yine bu yaşanmış yılların içinde kim bilir nelerin olduğu, ve daha nelerin olacağı ve  ileriye dönük yapılacaklar, hesaplar, pişmanlıklar….vs. Bütün bunların bir anda bitiyor olması bana ürkütücü geliyor!
Yaşlı adam canlı olarak yükseldiği yere cansız bir beden olarak düşecek. Tabi biz böyle görürken olayı, o bu arada asıl olayı yaşayacak. Yani çizginin öbür tarafına geçecek. Yaşarken ölecek, ölürken de yaşayacak. Bütün bunları düşünürken aklıma bir mezar taşı yazısı geldi:
İnsanı gezdiren rızkıdır yer, yer.
Göklere çıksan da yine seni, yer yer.
Onun için onun adı oldu yer.
O insanı kendi besler, kendi yer.

 Azrail güzel güzel gelir, ömrünü yerden 1-2 metre havada doldurmuş olan yaşlı adamın canını alır. Her şeyin durduğu bu yer ve bu zamanda hareket eden sadece Azrail. Yaşlı adam canını vermiştir. Azrail Meleği bir sonraki can alma işlemini gerçekleştirebilmek için yine durdurulmuş olan başka bir an’a görevini yerine getirmek üzere yola çıkar. Yani bir bakıma an an durdurulmuş anlar dünyasında biz yaşarken, O’da can can durulmuş canlar dünyasında yaşıyor olacak…
Lafın kısası; kelimelerin sıralanışı, söylenişi ve özellikle son iki kelimesinin benim üzerimde yaydığı güzel enerji sebebiyle bir söz daha aktaracağım:
Ölüm gül, ölüm sümbül, ölüm menekşe
Sözüm gül, sözüm sümbül, sözüm menekşe
Öyleyse
Ölümse, Gülümse...

Hiç yorum yok: