Karanlık, karanlık, karanlık…
Bir gün biri, bi kapıya, bi kulağını
dayayıp, içerideki birinin, bi konuşmasını dinler…
-Ne bu böyle?
--Olay bu işte!
-Hikaye bu mu, ne demek şimdi yani
bu?
--Hikayesi mi! Hikayesini merak
ediyon demek! Anlatayım. Bu arada saat kaç?
-Saat üç.
--Peki! O zaman iyi dinle beni.
Masalcı Dede diye biri varmış. Bu
dede aynen bizim bildiğimiz gibi tatlı, hoş, sevecen, dedecen masalcı bir
dedeymiş. Mahallenin çocukları bu Masalcı Dede’yi çok severlermiş. Masalcı Dede
her gün tam öğle vakti saat 12:00 oldu mu, meydandaki çınar ağacının dibinde
oluverirmiş. Kim Masalcı Dede’nin çınar ağacının olduğu yere geldiğini görse
“heh, saat 12:00 olmuş gari” der ve ona göre hareket edermiş. Bu duruma da kimse
şaşırmazmış. Neden? Çünkü o mahallenin sakinleri; Masalcı Dedenin çınar ağacının
olduğu yere hep aynı dakikada gelmesini yıllardır bilirlermiş de ondan! Tabi bu
durumu en iyi bilenler de mahallenin çocuklarıymış. Çoğu zaten saatler
öncesinden meydana gelir ve Masalcı Dede’yi beklermiş. Tabi beklerken de boş
dururlar mı! Hayıııır! Kendi aralarında deliler gibi oyun oynarlarmış. Masalcı
Dede’de geldi mi, masal dinlemek için hemen yerlerini alıverirlermiş.
Masalcı Dede gelir…
Çocuklar yerlerini alır…
Civardaki herkes saatin tam 12:00
olduğunu bilir…
Her şey güzeldir…
Ve Masalcı Dede başlar günün
masalını anlatmaya…
Aradan kısa bir zaman sonra
meydana 3-4 yaşlarında biri gelmiş. Hemen büyük bir heyecanla çocukların
oturdukları yerde onlar gibi çömelmiş. Ama Masalcı Dede işte tam burada masal
anlatmayı birdenbire bırakmış ve bu yeni gelen 3-4 yaşlarındaki o kişiye:
-Sen yenisin galiba?
--Hayır ama ben hep yeniciyimdir.
-Sen bizim kuralımızı bilmiyorsun
anlaşılan! Sana üç şey söyleyecem delikanlı! Şimdi sen buraya vaktinde gelmedin
bu biiir! Biz de vaktinde gelmeyenleri bu gruba almıyoruz, nabıyoruz? Şu
karşıdaki ağacın yanına alıyoruz ve ancak oradan masalı dinleyebilirsin, bu da
ikiiii! Tamam mı?
Bu 3-4 yaşlarındaki biri, biraz
mahcup biraz da sanki ceza almış gibi içten sitemli bir halde karşıdaki ağacın
dibine çökmüş, aynı omuzları gibi… Fakat yine de can kulağıyla tüm çocuklar
gibi o da bulunduğu yerden Masalcı Dede’yi dinlemeye çalışmış. Ama bulunduğu
yerden tam olarak Masalcı Dede’nin sesini de duyamıyormuş. Böyle yarım yamalak
ta olsa kulaklarını dört açmış bir halde dinlemeye gayret ediyormuş.
Ve Masalcı Dede’nin masalı
bitmiiiiş. Tüm çocuklar masalın bitmesiyle birlikte büyük bir coşku ve
heyecanla yerlerinden fırlayıp meydanda etrafa dağılarak oynamaya koyulmuşlar. Biri
sağa biri sola derken; kendi aralarında da konuşuyorlarmış. “ben aynı o atı
kullanan adam gibi olacam” “ben şimdi gidip kendime bi at yapacam, görceksiniz”
“ben var ya o adamdan daha hızlı giderim ve herkesi kurtarırım” “heee, siz beni
görün hele, benim amcamın atı var ya” gibi heyecanlı heyecanlı yorum yaparlar
ve kendilerini masaldaki kahramana benzetirlermiş. Bir yerde gençlerin
sinemadan çıkarken yaptıkları yorumlar gibi veya ihtiyarların köyün kahvesinde
seçim sonucunu kendi aralarında tatlı tatlı konuşmaları gibi, onlarda kendilerince
konuşurlarmış.
Bu arada Masalcı Dede 3-4
yaşlarındaki o birini el işaretiyle yanına çağırmış. Bu biri kendine bir
ayrıcalık tanınmışçasına, adeta haksızlığa uğramışta şimdi onure
edilecekmişçesine bir hevesle yerinden kalkıp Masalcı Dede’nin yanına gitmiş.
Masalcı Dede:
-Bak genç! Sana öncelikle şunu
söyleyim. Ben senin 34 yaşında olduğunu biliyorum, bu da üç! Ve sonra seni
buradan oraya yollamamı bir ceza olarak düşünme, çünkü bu bizim bir kuralımız.
Bu kuralımızı öğrenmen için bu hali yaşaman gerekiyordu ve öyle oldu. Ve yine,
ben bilerek o mesafeyi ayarladım ki masalımızı dinlemeye gelenlerin ilk bu
eğitimden geçmeleri gerekiyor. Eğitimdeki kastım; sen beni tam olarak
duyamıyordun ya, ne yaptın peki! El, kol ve mimik hareketlerime yani beden
dilime bakarak bunları yarım yamalak duyduklarınla tamamlamaya ve anlamaya
çalıştın, di mi! Ve böylece ağzımdan çıkanların önemi kadar beden dilini de
kavramış olacaksın. Haaaaa! Masalın içeriğine gelinceeee.! Masallar hep
anlatılır, hep dinlenir, hep güzel mesajlar içerir; bu işin en son kaymak
kısmı. Bizim için önemli olan nedir biliyor musun? Bizim için önemli olan evlat,
denizdeki ada değil bilakis adanın etrafındaki okyanustur!
Tam bu esnada yukarıdan yani
havadan, misinenin ucundaki kancaya bağlı bir şekilde kıvranan bir solucan Masalcı
Dede ile bu kişi arasındaki boşluğa düşer. Havada ve ikisinin yüzü arasında
solucan kımıldamaktadır. Masalcı Dede:
-Bak şimdi sana şöyle bir örnek
vereyim. Bu gördüğün ne? Bir solucan di mi? Şimdi şu gelen bi karışlık balığa çok
dikkatli bak, napacak bakalım!
Masalcı Dede’nin dediği gibi bi
karış boyunda bir balık ikisinin arasındaki solucanı fark eder ve solucana
doğru gelir. Birkaç tıklamadan sonra asıl yeme vuruşunu yapar ve balık ağzıyla
kancaya takılır. Derken hızla yukarıya doğru çekilir.
-Ama Masalcı Dede, bu balığın
burada ne işi var?
--Balığı bırak ta, sen bu
deryanın içinde olduğunun farkında mısın?
Oltasıyla tuttuğu balığı hızla
çeken 25 yaşındaki genç müthiş bir keyifle balığı hemen eline alır, kancadan
ayırır ve eliyle ölçerek “Masalcı dede doğru demiş tam bi karış”! Genç hemen
balığı alır ve çantasına koyar. Oltasını ve çantasını toparlayıp yerinden
kalkar ve yola çıkar. Çok heyecanlıdır ve kendi kendine başlar konuşmaya:
-Bugünlük bir balık yeter. Her
gün bir balık tutsam toplamda tüm ömrüm boyunca bir balık tutmuş olurum.
Napayım, ben bir kelebeğim, en fazla bir gün yaşayabiliyorum.
Heyecandan öyle hızlı gider ki
neredeyse havalanacaktır. Çünkü çok mutludur. Tam yirmi yirmibeş adım atar ki, birden ayağı bir
çukura takılır, önce bi havalanır sonra başlar düşmeye…
Aşağıya doğru düşerken öyle
heyecanlıydı ki… Çünkü yıllar yılı hep bu anı beklemişti. Evet maalesef
beklemişti ve anca on beş sene sonra nasip oldu böyle havadan aşağıya doğru
düşmesi. Keşke beklemektense bir an önce harekete geçseydi! Şimdiye kadar bu
şekilde çoktaaaaan düşerdi! Olsun yine de nihayetinde olmuştu. Şimdi yeryüzüne
tepeden bakıyordu ve üzerinde de paraşütü yoktu! Tüm isteği yere çakılmaktı!
Acaba nasıl olurdu! Biraz deliceydi ama böyle istiyordu. Hızla yeryüzüne doğru
düşerken havada gözleri birini aradı çünkü bu arada tedirgin olmuştu! Acaba
doğru yolda mı gidiyordu! Baktı ki az ilerde biri var. Hemen yanına yaklaştı
ve:
-Kusura bakmayın ama ben
yeryüzüne gidicektim acaba doğru yolda mıyım?
--Evlat, hele bir soluk al
bakalım! Bi dur bi nefes al! Ben bu yolları iyi bilirim, merak etme, sana en
kestirme yolu tarif ederim ama dediğim gibi sen hele bir dur; ben böyle
gençleri severim, şurada iki laf edelim! Adem bize iki çay yolla bakalım. Sen
hele anlat bakalım nerelisin, nereden gelirsin, niye gidersin?...
Koyu mavi bir muhabbet…
Biraz siyaset…
Biraz toplumsal sorunlar…
Derken,
-Peki, madem müsaade istiyorsun
müsaade senin. Heee, bu arada sana yolu tarif edeyim. Şimdi sen aşağıya doğru
yani yeryüzüne gidicektin di mi?
-Evet.
--Sen şimdi hiç aşağıya gitme,
aynen geldiğin yoldan geri dön, tamam mı! Sonra karşına bir pamuk tarlası
çıkacak, hatta dur bakalım iki ayrı pamuk tarlası çıkacak, sen ikisini de geç.
Ondan sonra varmak istediğin yere varırsın, tamam mı?
-Ya benim fevrim mi döndü? Ben
böyle aşağıya doğru gidiyordum sanki!
--Yok dostum! Senin fevrin dönmüyor
dünya dönüyor dünya, ondan öyle oldu.
-Anladım, teşekkür ederim!
--Ya bi de senden bir ricam
olacak, yolda karşına bizim Adem çıkar, mutlaka görürsün, benden ona selam
söyle olur mu? Çayları kendisi içsin!
-Tabi, ne demek. Soyadı ne onun?
--Soyadı, soyadı neydi onun yaaa!
Niye sordun?
-Ne bileyim, ben böyle zaman
zaman sorarım.
--Hah! Tamam! Sen zaman deyince aklıma
geliverdi. Onun soyadı da zaman! Adem Zaman.
-Kim bu Adem Zaman?
-Adım Adem Zaman. Beni zaten
hepiniz tanıyorsunuz. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki hiçbir konuşmamda bu
kadar heyecanlı hissetmemiştim kendimi. Fakat bu benim ilk konuşmam. Öncelikle
beni bu salona dinlemeye geldiğiniz için her birinize çok teşekkür ederim. Bi
şeyi çok merak ettim, arkadaşlardan birine rica etsem… Evet sen, gel şöyle… Dur
şu köşede, bir say bakalım bu salonda kaç kişi var? Sağ baştan say ve en
sondaki kişiye kadar tek tek saymanı istiyorum! Şöyle gördüğüm kadarıyla
şerefli misafirlerimiz, tahminen sadece ön sırada yedimilyar kişi var. Ve yine
benim tahminime göre bu salonda 100 milyar civarında
insan olmalı ama dediğim gibi sen yine de say. Zaten senin de bu kadar insanı sayman
bi yüzelli yıl sürer. Bu süre zarfında ben de bu konuşmamı anca bitirmiş olurum.
Şimdi lütfen beni rahatta dinleyin.
Evet değerli misafirler! Size az
önce kim olduğumu söylemiştim. Tabi şimdi hepiniz merak ediyorsunuz ben bu
mevkiye nasıl geldim!
Size yıllar önce başımdan geçen
bir olayı anlatmak istiyorum. Çok yıllar önce, yaklaşık olarak 50bin sene önceydi. Yani dinozorların olduğu
zamanlardan bahsediyorum.
Her zamanki gibi sabahleyin işime
gitmek için evimden çıkmıştım. Otobüse binmek için otobüs durağına gittim ve
boş olan banka oturdum. Otobüsün gelmesine de bir milisaniye filan var. Durakta
beklerken birden aklıma bir fikir düştü: “bugün de otobüse binmeyiver, bir
çılgınlık yap! İşe kadar yürüyerek git” dedim kendi kendime. Ve o an şu dünyada
yapacağım en büyük çılgınlığı yapmaya karar verdim. Tam da bu arada otobüs
yanaştı ve ben kalktım ama o gün o otobüse binmedim. Sonra başladım yürümeye.
Yürürken çok ilginç bir olay yaşadım!!! Bişeyler bişeyler bişeyler…bıla bıla
bıla…vs.vs.vs…ve bu noktaya geldim demek isterdim ama olay böyle gerçekleşmedi.
Her zamanki gibi sabahleyin işime
gitmek için evimden çıkmıştım. Otobüse binmek için otobüs durağına gittim ve
boş olan banka oturdum. Otobüsün gelmesine de bir milisaniye filan var. Neyse
bekledim ve otobüs geldi bende oturduğum yerden kalktım ve otobüse bindim.
Otobüste arka sıralarda boş bir koltuğa oturdum. Bir sonraki durakta yanıma bir
ihtiyar oturuverdi. O gün o ihtiyarda bir gizemin olduğunu hissetmiştim!!!. Bişeyler
bişeyler bişeyler…bıla bıla bıla…vs.vs.vs…ve bu noktaya geldim demek isterdim
ama olay böyle de gerçekleşmedi.
Her zamanki gibi sabahleyin işime
gitmek için evimden çıkmıştım. Otobüse binmek için otobüs durağına gittim ve
boş olan banka oturdum. Otobüsün gelmesine de bir milisaniye filan var. Ben başka
başka düşüncelere dalmışken acı bir fren sesi duyduğumu hatırlıyorum! Gözlerimi
hastanede açtım. Sonradan anladım ki dinozor kafalı bir adam arabasıyla bulunduğum
durağa girmiş ve beni de arabasıyla ezmişti. Ve şu anda iki ayağımda protez!
Nasıl ama hikâyem, çok komik di
mi? Hadi bakalım şimdi herkes sırayla bulundukları mevkie nasıl geldiğini
anlatsın, çok heyecanlı olacak bu!
-Efendim kapıda bir asker var ve kulağını
dayayıp burada konuşulanları dinliyor.
-Yapma ya, demek o kadar oldu he!
Saat kaç?
-Saat beş efendim.
-Vay be, demek sabah ezanı vakti
geldi. Sen git askere söyle namazını kılsın öyle uyusun tabi uyuyabilirse. O
şimdi daha ilk günleri ya, olur böyle şeyler…
Aydınlık, aydınlık, aydınlık…
(Askerdeyken ilk günlerimde-2012)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder